• Ana Sayfa
  • Hakkında
  • Konferanslar
  • Eserler
  • Makaleler
  • İletişim
  • Ana Sayfa
  • Hakkında
  • Konferanslar
  • Eserler
  • Makaleler
  • İletişim

DEDİKODU BİR TOPLUMU KEMİREN EN BÜYÜK HASTALIKTIR

   DR. ABDULCABBAR BORAN 
Sevgili kardeşlerim! Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha Allah’ın insanda görmek istediği en güzel sonuç olan “mutluluktan” bahsetmek üzere bir aradayız.  

Tasavvuf, nefsinize karşı savaş vermenin Allah’ın katındaki adıdır. Tasavvuf bir yücelme sanatıdır. Ama nefsinizin afetlerini devam ettirerek değil, onları yok ederek yaşanır. Eğer nefsinize yenikseniz, başkalarını çekiştirerek, başkalarını bir tanıdığınıza şikâyet ederek kendinizi yüceltmeye çalışırsınız.  

Dedikodu yapan kişi, karşısındakinden üstün olduğunu kanıtlamak istemektedir. Arkasında, “Ben senin bilmediğin şeyleri bilirim. Ben senden üstünüm.” düşüncesi vardır. Nefsin kibri, kendini büyük görme ihtiyacı, dedikodu ile kendisine bir mercek kazanır. Ama aslında hiç kimse bu şekilde yücelemez, sadece küçülür. 

Bir gün Peygamber Efendimiz (S.A.V) savaştan sonra yemek dağıtıyor. Cebrail (A.S) geliyor: “Şu iki kişi var ya onlara yemek verme. Birisi falanca için, birisi feşmekân için şunları şunları söyledi.” diyor. Herkese yemek çıkıyor, o iki kişiye çıkmıyor. İki kişi geliyor, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e diyor ki: “Ey Allah’ın Resûl’ü! Bize yemek çıkmadı?” “Sen falanca kişi hakkında şunları söyledin mi?” “Evet.” diyor. İkinciye de soruyor. “Ya sen? Feşmekân kişi için şunları söyledin mi?” O da “Evet.” diyor. Ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) Allah’ın Kur’ân’daki hükmünü söylüyor: “Siz, ölü kardeşinizin etini yemişsiniz. Bugün size yemek yok.” 

Allahû Tealâ diyor ki: 
49/HUCURÂT-12: Ey âmenû olanlar! Zandan çok sakının. Muhakkak ki bazı zanlar günahtır. Ve tecessüs etmeyin (merak edip insanların hatalarını araştırmayın). Sizin bir kısmınız diğerlerinin dedikodusunu yapmasın. Hiç sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Elbette ondan tiksinirsiniz. Ve Allah’a karşı takva sahibi olunuz. Muhakkak ki Allah, tövbeleri kabul eden ve Rahîm olandır. 

Ne zaman birini başka birine çekiştiriyorsanız, “Falanca şurada şöyle yaptı. Bunlar yanlış değil mi?” diye söylediğiniz kişiyi kendi tarafınıza almaya çalışıyorsanız, iki yanlışa birden düştünüz demektir. Birincisi; evvelâ Allah’ın zamanını -kötüye kullandığınız için- siz çalmış olursunuz. İkincisi; kime söylüyorsanız onu da meşgul ettiğiniz için onun da zamanı sizin sebebinizle Allah’ın hayrından çalınmıştır. Kim birini başkalarına kötülerse o açık bir şekilde Allah’ın emrine itaat etmemiştir. Allah’ın zamanını çalmanın, negatif istikamette kullanmanın ötesinde, söylediği her söz sebebiyle devamlı bu kişi derecat kaybedecektir. 

Dedikodu yapanlar hep başkalarının kendilerine yaptığı kötü davranışı söylerler ama kendilerinin o davranışa neden sebebiyet verdiğini, hangi sebeple ona kötü davranıldığını asla söylemezler ya da söyledikleri zaman kendilerini haklı çıkaracak birçok bahanelerle birlikte söylerler. Oysa bir söz vardır: “Yel esmeden yaprak sallanmaz.”  

Eğer birisinden hoşlanmıyorsanız nefsiniz size hep onun hatalarını gösterir, size karşı yaptığı yanlış davranışları gösterir. “Acaba ben ona karşı ne yaptım da o bana böyle kötü davranıyor? Onun bana kötü davranmasını doğuran olaylar dizisinde acaba benim ne kadar dahlim var?” diye düşünmek hiç aklınıza gelmez. Herkes birinin yaptığı yanlışı bir diğerine anlatırken bunu göz önünde tutmalıdır. 

Oysa bir kişiyi bir başkasına zemmedecek yerde o kişiyi Allah’a söyleseniz, “Yarabbi! O şöyle yaptı. Ben bu konuda ne yapabilirim?” diye O’na müracaat etseniz o zaman sadece kazanırsınız. Hiçbir şey (derecat da dahil) kaybetmediğiniz gibi Allah sizinle meşgul olmaya başlar. Sizin iyiye gitmek üzere bir karar aldığınızı görmüştür. 

Ayrıca dedikoduyu yaptığınız, sizden taraf olmasını istediğiniz kişi, sizin problemlerinize çözüm getiremez. Çünkü problem iç dünyanızda. Ama Allah’a müracaat ederseniz Allah çözümü getirecektir. Allahû Teâlâ şu kâinattaki bütün problemlere çözüm getirebilecek olan, kâinatın sahibidir. Muhatabınız Allah’tır. Ve “Yarabbi! Bu sıkıntıyı benim kalbimden al!” derseniz, Allah’ın o sıkıntıyı kalbinizden aldığını göreceksiniz. O’ndan başka kime anlatırsanız anlatın, kalbinizdeki sıkıntı beklediğiniz hüviyette azalmaz. 

Dedikodu, bir toplumu kemiren en büyük hastalıktır. Neden? Dedikoduyla taraftar toplamaya çalışmak, birbirine karşı insanlar, ayrı ayrı gruplar oluşmasına sebebiyet verir. Şeytan bu sebeple dedikoduyu en büyük vasıta olarak kullanır. Şeytanın hepinizden istediği bir tek şey vardır: Birbirinizi sevmemeniz, nefret etmeniz, yetmez; birbirinize düşman olmanız, kötülük etmeye çalışmanız. Etrafında dostlar yerine düşmanları olan herkes mutsuzdur. Ve şeytan herkesin hem dünyada hem ahirette mutsuz olmasını ister.  

Allah’ın yaratma sebebi ise, herkesin tek bir vücut oluşturması, dostluğu ve mutluluğu yaşamasıdır. Unutmayın ki; ne zaman birbirine kırgın iki kişinin veya iki grubun arasını bulursanız, onları birbirinden vazgeçmeyecek dost insanlar haline getirebilirseniz, o zaman siz gerçekten başkaları için yaşayan bir insansınız. Onun için Allahû Tealâ diyor ki: “Seviniz, sevdiriniz. Nefret etmeyiniz, nefret ettirmeyiniz.” 

Dostlukların vesilesi olmanızı Efendimizin himmetiyle Yüce Rabbimizden diliyoruz. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok seviyoruz, kalbimizden… 

www.ibrahimlive.com

SEVGİ ALLAH’TANDIR, NEFRET ŞEYTANDANDIR

   Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; Allah'tan bahsetmek üzere, sevgiden bahsetmek üzere bir aradayız.  

Sevgili kardeşlerim, biliniz ki Allah tarafından çok seviliyorsunuz, beklemediğiniz kadar, umut etmediğiniz kadar çok seviliyorsunuz. Yaratılışımızın temel sırrı sevgidir. Allahû Tealâ bizi sevmiş ve yaratmıştır. Ve ister ki herkes Allah sevgisini öğrensin, ister ki herkes Allah’ın sevgisi ile birbirini sevsin ve ister ki herkes birbirini mutlu etsin ve en zirve noktadaki mutluluğu yaşasın.  

Mutluluk arayan sevgili kardeşlerim! Hepiniz için biliniz ki; mutluluğun anahtarı sevgidir. Birçok insan böyle dediğimiz zaman şunu düşünür: “Tabii, etrafımdaki insanlar bana güzel davranırlarsa, beni severlerse bu olabilir.” Bunu söyleyen kişi topun kendisinde olduğunu bilmiyor. Top sizde sevgili kardeşlerim. Severseniz sevilirsiniz. Hiçbir zaman "Onlar beni sevsin de ben o zaman onları severim." tarzında bir bencilliğe kapılmamalısınız. Onlar sizi sevseler de siz etrafınızdaki insanları sevmelisiniz, sevmeseler de gene sevmelisiniz, en azından sevmeye çalışmalısınız. Ne güzel demiş Mevlânâ Hazretleri: “Yarım nefeslik bu hayatında, sevgiden başka bir şey planlama.”  

Allah Resûl’ü (S.A.V) Efendimiz buyuruyor ki: “Birbirinizden nefret etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun.” (Buhari, Edeb- 57,62)  

Peki, ne ölçüde bir sevgi olmalı bu? Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu konuda buyuruyor ki: “Müminler birbirini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.”  

Bundan 14 asır evvel sahâbe, Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmadan evvel sevgiyi bilmiyorlardı. Bildikleri şey nefretti. Aralarındaki kan davaları sebebiyle insan öldürmekte sakınca görmeyen, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, defaatle kervan soyan, fal oklarına bakan, her gün sarhoş olan bir topluluktu. Allah’ın sevgisidir ki, Allah Resûl'ü (S.A.V) Efendimizin sevgisidir ki, o sahâbeyi bulundukları cehennemin en derin çukurlarından aldı, dünyadaki en üstün insanların arasına ulaştırdı.  

Allahû Tealâ Âli İmrân-103’te diyor ki: “Ve hepiniz, Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, fırkalara ayrılmayın! Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki ni’metini hatırlayın; siz (birbirinize) düşman olmuştunuz. Sonra sizin kalplerinizin arasını birleştirdi, böylece O’nun (Allah’ın) nimeti ile kardeşler oldunuz…”  

Bu âyet-i kerimede çok önemli bir husustan bahsediliyor; nefretin, kinin, düşmanlığın sevgiye dönüştüğü bir ortam. Bunun başlangıç noktası: Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak. Allah’ın uzattığı ipi yakalamak, Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak; bir taleple, Allah’a ulaşmayı dilemekle gerçekleşir: “Yarabbi! Ben Sana ulaşmayı diliyorum. Dostlarından, evliyalarından olmak istiyorum."  

Kalpten Allah’a ulaşmayı dileyen kişi hacet namazı ile mürşidini Allah’tan sorar. Tâbiiyetle birlikte ruhu Sıratı Mustakîm üzerinden Allah’a doğru yola çıkar. Allah’ın ipi; mürşiddir, resûldür, Sıratı Mustakîm’dir. Allah’a ulaşmayı dilemek ve Sıratı Mustakîm üzerinde olmak, kalplerin sevgide birleşmesinin anahtarıdır.  

Nefret kendi kendine gitmez, onu yok edecek vasıta nefs tezkiyesidir, zikirdir. Mürşide tâbiiyetle birlikte nefs tezkiyesi başlar. Zikir silgisiyle nefreti, kini, düşmanlığı Allah kalbinizden siler. İşte o zaman siz sadece şu şarkıyı söylersiniz: “Her şey çok mu güzel, yoksa bana mı öyle geliyor?  

Unutmayın; Anahtar elinizde! Mutluluk kapısının önündesiniz. Allah’a ulaşmayı dileyerek kapıyı açın ve saadeti hemen yaşamaya başlayın. Gerçekten dünyadaki en mutsuz insanlar dahi eğer Allah’a ruhlarını ölmeden evvel ulaştırmayı dilerlerse; bir mutluluğun, damarlarından bütün vücutlarına dağıldığını, içlerinin ısındığını, bir meltem rüzgârının onları okşamaya başladığını ve de huzur içinde bir dünya hayatına ilk adımlarını attığını yaşayacaklardır.  

Bu, sevgili kardeşlerim, çok zevkli bir hayat. Temelinde sevgi olan ve bütün boyutlarıyla mutluluğu yaşatan bir dünya hayatı. Ee, öyleyse? Hadi koşun, mutluluğa koşun! Sizi bekliyor Allahû Tealâ. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz. Bu kadar! Bu size hayatınızın ilk mutluluğunu yaşatacak. Ve Allah’ı sevmenin, insanları sevmenin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu yaşayacaksınız. Allah Kendisini sevdirecek, insanları da sevdirecek.  

Allah yolunda sevgi harcıyla birbirinize kenetlenmenizi Efendimizin himmetiyle Yüce Rabbimizden diliyoruz. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden.  

DR. ABDULCABBAR BORAN  

www.ibrahimlive.com

DÜNYA HAYATINI YAŞARKEN ALLAH'A ULAŞMAK MÜMKÜN MÜDÜR?

   Sevgili kardeşlerim, Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki Allahû Tealâ, sizler ve biz bir kere daha birlikteyiz; O’nunla mutluyuz, O’nunla huzur içindeyiz. 

Biliyor musunuz, Allahû Tealâ kâinatta en üstün mahlûklar olarak bizleri, insanları yarattı. İnsan neden üstündür? Allah’tan gelen ve Allah’a mutlaka geri dönecek olan bir ruh taşıyan tek varlık insandır.  

İnsan, üç vücut ve serbest irade ile yaratılmıştır: Fizik vücut, nefs ve ruh. Allahû Tealâ Hicr-26’da fizik vücudumuzun salsalîn adı verilen bir topraktan yaratıldığını söylüyor. Şems-7’de nefsimizi 7 kademede sevva ettiğini, dizayn ettiğini söylüyor. Secde-9’da ise bize ruhundan üfürdüğünü söylüyor: “Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü...” 

Fizik vücudumuz Allah’a ulaşmaz, nefsimiz Allah’a ulaşmaz, irade zaten bir vücut değildir. Allah’a ulaşacak olan, Allah’ın Zat’ından bize üfürülen ruhtur. Halk arasında “Hayy’dan geldik, Hu’ya gidiyoruz.” denir. İşte Hayy’dan gelen Hu’ya giden, Allah’ın Zat’ından gelip tekrar O’na dönecek olan ruhtur. Birisi ölünce; “Allah emanetini aldı götürdü.” derler. İşte Allah’a dönmesi gereken o emanet ruhumuzdur. Ölümden sonra zaten herkesin ruhu Allahû Tealâ’ya mutlaka döndürülür. Marifet, şu dünya hayatını yaşarken ruhu Allah'a ulaştırıp ermiş evliya olmaktır. İnsanlar bunun çok zor bir şey olduğunu zannederler. Oysaki insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşması şu kâinattaki en kolay şeydir; sadece bir tek dilek gerektirir: Kalpten Allah’a ulaşmayı dilemek. Şûrâ-13’e göre ondan sonrası Allah’ın garantisindedir: “...Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).”  

İnsan, serbest iradenin sahibi bir varlık olarak dünya hayatını yaşarken bir seçim yapmak zorundadır; ya dünyaya rağbet edecek ya da Allah’a rağbet edecektir. Allahû Tealâ Âli İmrân-14’te diyor ki: "İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan sevgiden oluşan" şehvetleri (aşırı düşkünlükleri) güzel gösterildi. Bunlar, dünya hayatının menfaatleridir. Ve Allah, O'nun katındaki en güzel sığınaktır."  

Allahû Tealâ, dünyadaki geçici metaı, dünya zevklerini kendilerine hedef edinenlerden bahsediyor. Şu dünya hayatını yaşarken elbette hayatın güzelliklerini tadacak, iyi bir hayat yaşayacağız. Ama hiçbir zaman dünya hayatının süslerinin, bizleri Allah ile olan o müstesna ilişkiden mahrum etmesine izin vermemek kaydıyla. Hedef; dünya için mal biriktirmek değil, hedef; Allah’a ulaşmak, Allah’ın katındaki en güzel sığınağa sığınmak olmalıdır. 

Hep vuslat, vuslat derler. Nedir vuslat? Vuslat, ruhun Allah'a vasıl edilmesi, ulaştırılmasıdır. Tasavvuf kitaplarını incelediğiniz zaman herkesin böyle bir talebinin olduğunu görüyorsunuz. Talebi olanların da mutlaka Allah'a ulaştıklarını görüyorsunuz.  

Sevgili kardeşlerim, mutlu olmak istiyor musunuz? İstiyorsanız, bu mutluluğu Allah size bir hiç karşılığı teslim etmeye hazır. Siz sadece bir dilekte bulunacaksınız. Ama sadece diliniz söylemeyecek, kalbinizden bir dilek olması lâzım. Diyeceksiniz ki: “Ey Yüce Allah’ım! Ben seni çok seviyorum. Bana emanet olarak verdiğin ruhu, dünya hayatını yaşarken Sana ulaştırmak istiyorum. Sana mutlaka ulaşmak istiyorum. Senin ermiş evliyalarından olmak istiyorum. Ne olur, beni dostlarının arasına kabul et.” 

Kalpte Allah’a ulaşma talebi varsa Allah bunu görür, işitir, bilir. Ve Rahîm esmasıyla tecelli ederek o kişiyi mürşidine ulaştırır. Mürşidine tâbî olduğu an kişinin ruhu vücudundan ayrılır ve nefs tezkiyesi başlar. Allah için olmak, Allah için yaşamak, bir yücelmek sistemidir. Allah'a doğru ruhun bir yolculuğu söz konusu olacaktır. 7 kademe nefs tezkiyesi boyunca ruh 7 tane gök katını birer birer aşacak, Allah'ın Zat'ına ulaşacak ve Allah'ın Zat'ında ifna olacaktır, fani olacaktır, yok olacaktır. Bu sebeple bu noktadaki işleme fenâfillah denir: "Fenâ: Fani olmak. Fî: İçinde. Allah." 

73/MUZZEMMİL-8: Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş. 

Hepinizin hayattayken ruhunuzu Allah’a ulaştırmanızı Yüce Rabbimizden Efendimizin himmetiyle diliyoruz. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden… 

DR. ABDULCABBAR BORAN 

www.ibrahimlive.com

NEFSİN ZAN AFETİ

DR. ABDULCABBAR BORAN 

Sevgili kardeşlerim, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha bir mutluluk sohbetinde sizlerle birlikteyiz. 

Zan, hüsn-ü zan ve su-i zan olmak üzere ikiye ayrılır. Eğer insanların yaşadığı olayları iç dünyamızda şekillendirirken onların zararına hükümler veriyorsak, onları mahkûm ediyorsak, kötü bir şey yaptığını görmediğimiz halde kötü bir şey yaptığını düşünüyorsak; bu su-i zandır. Ama insanların güzel taraflarını düşünmek hüsn-ü zandır. 

Zannın hudutları nereye kadardır? Bir insan bir kişiyi uzun süredir tanıyor. Kişinin iradî yapısı, davranışları bu ikinci kişi tarafından izlenmiş, hangi olayda ne tepki gösterdiği konusunda bir kanaati var. Ve bir olay oluyor. Kişi o kanaate dayalı olarak, öbürüne isnad edilen olayı kendi terazisinde tartıyor, onu kendi muhakemesinde mahkûm ediyor veya beraat ettiriyor. Burada kasıt yoktur. Kişi iç dünyasında böyle bir düşüncenin sahibi, kimseye bir şey söylememiş. 

Bu sırada o kişi Allah ile konuşsa: “Ya Rabbi!” dese, “Ben bu kişiyi suçlu görüyorum. O mutlaka bunları yapmıştır,” o zaman hiçbir derecat kaybetmez; muhatabı Allah’tır. Ama insanlar, delilleri olmadığı halde başkaları hakkında bir negatif düşüncenin sahibi oluyorlar, arkasından da bunu gidip başkalarına anlatıyorlar. Burada zannın açığa vurulması söz konusudur. Bunu yaptığınız an, zan sınırını aşar; iftira sınırının içine girersiniz. Bunu usûl haline getirdiğiniz zaman devamlı derecat kaybedersiniz, Allah’ın karşısında yükselemezsiniz, yücelemezsiniz, küçülürsünüz. 

Allahû Tealâ Hucurât Suresinin 12. âyet-i kerimesinde diyor ki: “Ey âmenû olanlar! Zandan çok sakının. Muhakkak ki bazı zanlar günahtır. Ve tecessüs etmeyin (merak edip insanların hatalarını araştırmayın). Sizin bir kısmınız diğerlerinin dedikodusunu yapmasın. Hiç sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Elbette ondan tiksinirsiniz. Ve Allah’a karşı takva sahibi olunuz. Muhakkak ki Allah, tövbeleri kabul eden ve Rahîm olandır.” 

“Tecessesû” diyor; gizli hali araştıran kişi, casusluk da buradan gelir. Bize açıklanmadıkça insanların gizli hallerini araştırmak Allah’ın uygun görmediği bir şeydir. 

Peki, zanna neden meylederiz? Çünkü nefs saygı görmek ister, üstün olmak ister. Eğer: 
* İnsanlarla olan ilişkilerinizde onlara üstün olduğunuzu beyan eden davranışlar içindeyseniz, 
* Onların sizden daha aşağıda olduğunu belli eden davranışlar içindeyseniz, 
* Onları kontrol altına alıp haklarında hüküm verme yetkisini kendisinde görenlerdenseniz, 
* Yani “Onları sevmiyorum, onlar bu işi yapamıyorlar, onlara güvenmiyorum.” gibi bir dizaynın içindeyseniz, o zaman siz, nefsinizin ve şeytanın emrindesiniz. 

Nefs, her dedikoduda bir aşağılık duygusunun tatmini istikametinde harekete geçer. İnsanlar nefsleri çiğnendiği zaman, başka insanlara karşı öfke ve kin duydukları zaman, başkaları tarafından aşağılandıkları zaman dedikodu yapma ihtiyacı duyarlar, zanlarını dillendirirler. Oysa hayatta iki tane alternatifiniz var: İnsanlara göre üstün değer almak veya Allah’a göre üstün değer almak. Bir başka ifadeyle; size göre etrafınızdaki insanların sizin için verdiği hüküm mü önemlidir yoksa Allah’ın sizin için verdiği hüküm mü önemlidir? 

Hüsnü zanna dönecek olursak; bir kişinin Allah yolunda yaptığı bir güzel davranış biçimi başkalarını da o güzelliğe yöneltecek bir hüviyet taşıyorsa onun söylenmesi kişiye zarar getirmez. İyi niyetli zannın sonuçlarına dair bir kıssa anlatalım: 

Allahû Tealâ’nın bir evliyası bir uçurumun kenarından geçerken bakmış, patikadan birisi yuvarlana yuvarlana aşağı iniyor. Onun yanına kadar yuvarlanmış: “Ne yapıyorsun? Kolay gelsin.” demiş. “Görmüyor musun, ibadet ediyorum.” demiş. “Anlamadım.” demiş evliya. “İbadet ediyoruz, ibadet. Bak yeniden yapacağım.” Çıkmış yukarı, tekrar yuvarlana yuvarlana aşağı gelmiş. Demiş ki: “Beğendin mi?” 
“Çok beğendim de yalnız Kur’ân-ı Kerim’de ibadet böyle değil.” “Allah’ını seversen, nasıl?” Anlatmış evliya uzun uzun. Adam da demiş ki: “Tamam, şimdi ben de yapayım senin dediğini.” Yapmış, harika bir namaz kılmış. Bizim ki demiş ki: “Tamam, hay Allah razı olsun.” Sarılmışlar, öpüşmüşler, ayrılmışlar. 
Bizim Allahû Tealâ’nın evliyası biraz marifetli imiş. Karşı sahile doğru suyun üzerinden yürüyerek gidiyor. Yanından bir ses duymuş: “Şu 4. rekâtta Fâtiha’yla beraber bir zammı sure var mıydı, yok muydu anlayamadım.” Bir bakmış, biraz önce uyardığı adam da suda yürüyor. Demiş ki: “Bütün söylediklerimi unut. Aziz kardeşim, daha hızlı mı daha yavaş mı yuvarlanacaksın, nasıl yuvarlanacaksan öyle yuvarlan; ama bil ki sen Allah’ın bir sevgilisisin.” 

Hiç kimsenin, Allah tarafından yetki verilmediği sürece hüküm vermek ve insanları sevk etmek yetkisi yoktur. Allah’ın istediği hep Kendisinden bahsedilmesidir, Allah’tan bahsedilmesidir. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) hadîs-i şerifinde buyuruyor ki: “Âdemoğlunun, emr-i bi’l ma’ruf veya nehy-i ani’l münker veya Allah’ın zikri hariç bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir.” Yani siz eğer zikrediyorsanız, eğer Allah’a davet ediyorsanız, bu lehinizedir. Ama zikretmiyorsanız, Allah’a davet etmiyorsanız ve konuşuyorsanız, bu aleyhinizedir. 

Sevgili kardeşlerim, görüyoruz ki Allah hep bizden yana. Hepimizi Kendi Zat’ına davet ediyor. Allah’a ulaşmayı dilememizi, mürşidimizi hacet namazı ile Allah’tan sormamızı ve tâbiiyetimizi gerçekleştirip nefsimizi tezkiye ve tasfiye etmemizi, hep zikretmemizi istiyor. Allah’tan bahsetmek şifa ama insanlardan bahsetmek dedikodu ve hastalıktır. Hepinizin sonsuz mutluluklara ulaşmanızı Efendimizin himmetiyle Yüce Rabbimizden diliyoruz. Allah razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden… 

DR. ABDULCABBAR BORAN 
www.ibrahimlive.com

ŞÜKÜR VARSA MUTLULUK VARDIR

   DR. ABDULCABBAR BORAN 

Sevgili kardeşlerim, Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki Allahû Tealâ, sizler ve biz bir kere daha birlikteyiz; O’nunla mutluyuz, O’nunla huzur içindeyiz. 

Hamd, Allah’ın manevî nimetleri için O’na şükran sunmaktır; şükürse maddî nimetleri için. Allahû Tealâ insanı şükre ama baş düşmanımız olan şeytan küfre yöneltir. İblis, hep hayatın sizi üzebilecek olan yanlarını size gösterir. Mutluluk ve şükür ise, Allah ile olan ilişkiyi lâzım gelen boyutta kurabilmenize bağlıdır. 

Gelin, bir kıssa ile anlatalım. Bir gün Hz. İsa, ayakları felçli, gözleri kör ve vücudunda baras hastalığı olan birinin ibadet ettiğini gördü. Adam bütün bunlara rağmen mutluluktan uçacakmış gibi dua ediyordu: “Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!” 

Hz. İsa kötürüm adama: “Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sıhhatli görünmüyor. Öyleyse nice zenginlere verilmediği halde sana verilen hangi nimettir?” 

Kötürüm adam dedi ki: “Allahû Tealâ bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple O’nu tanıyorum. Öyle de bir dil vermiş ki, o dille de O’na şükrediyorum. Hâlbuki dünyanın serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde O’nu tanıma sevinci, dilinde de O’na şükretme mutluluğu yoktur. Ama Rabbim bana bu sevgiyi ihsan eylemiş.” 

Hz. İsa, “Ver şu elini öyle ise!” diyerek elinden tutar, gözlerinden öper. Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır. Heyecanlanan adam: 
- Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden, mucizelerin sahibi Peygambersin, der. Sonra da ayakları üzerine kalkabildiğini anlayınca söylediği ilk sözü şu olur: 
- Yâ Nebiyyullah! Sendeki bu mucizeler de O’ndan değil mi? Öyle ise izin ver de geç kalmayayım, O’na şükredeyim, diyerek hemen yere iner, başını secdeye koyar ve der ki: 
– “Rabbim! Seni tanıyan bir kalp ve şükreden bir dil ile nimetinin şükrünü yapmaktan acizken şimdi gören bir çift göz ile yürüyen iki de ayak lütfettin. Artık bilemiyorum, nasıl şükretmem gerekiyor bu eşsiz nimetler karşısında?” Adam bunları söyledikten kısa bir süre sonra vefat eder. 
Hadiseye şahit olanlar Hz. İsa’ya derler ki: “Yâ Nebiyyullah! Onu secdeye indiren nimetlere biz en baştan beri sahibiz. Ama hiçbirimiz onun duyduğu gibi bir mutluluk duymadık.” Hz. İsa da şöyle buyurur: “Öyle ise tefekkür edin, siz de düşünün! Tefekkür eden, sahip olduğu nimetin farkına varır. Tefekkür etmeyen ise kendisini mahrumiyette sanır!” 

İşte insanlar Allah yolunda Allah’a yaklaştıkça şükürleri artar. Neden? Hiçliklerini, sıfır oluşlarını, Allah’ın büyüklüğü, Allah’ın azametini, Allah’ın tamamiyetini, kendilerininse her açıdan eksik olduklarını her geçen gün biraz daha idrak ederler. Şükrün hâkimiyetinde bir dünya hayatı, küfrün yok edildiği noktadır. Şükür varsa küfür yoktur. 

76/İNSÂN (DEHR)-3: Muhakkak ki Biz, onu (Allah’a ulaştıran) yola hidayet ettik. Fakat o, ya (Allah’a ulaşmayı diler) şükreden olur, ya da (Allah’a ulaşmayı dilemez) küfreden olur. 

Bir insan Allah'a ulaşmayı dilerse o kişi mutlaka şakirlerden olur. Bir insan Allah'a ulaşmayı dilemezse o kişi mutlaka kâfirlerden olur. Hamdinizin şükrünüzün kabul edilebilmesi, mutlaka Allah’a ulaşmayı dileme şartına dayalıdır. Allahû Tealâ hep bekler; acaba bu kulum Bana ulaşmayı dileyecek mi diye. Kuru söz olarak dilemeyi kabul etmez. Kalbimizde oluşan bir talebi mutlaka Allah’a ulaştırmamızı ister. Kalpte böyle bir talep oluştuğu anda Allah onu bilir, işitir ve görür. Gördüğü andan itibaren şükrünüz derecat olarak devamlı amel defterinizin sağ tarafında kaydedilir. 

Öyleyse şakirlerden olabilmeniz ve mutlu olabilmeniz çok kolay sevgili kardeşlerim. Diyeceksiniz ki: “Ey Yüce Allah’ım! Ben Seni çok seviyorum. Bu dünya hayatını yaşarken Sana ulaşmak istiyorum. Ruhumu mutlaka Sana ulaştırmak istiyorum. Senin ermiş evliyalarından, dostlarından biri olmak istiyorum. Ne olur, kabul et Yarabbim!” Tamam. Eğer bu talep kalbinizden geliyorsa Allahû Tealâ onu mutlaka değerlendirir. Hacet namazı kılıp mürşidinizi Allah’tan sorduğunuzda size mürşidinizi gösterecektir. Mürşidinize tâbî olunca ruhunuzun, fizik vücudunuzun, nefsinizin, iradenizin hidayeti başlar. Bir insanın şâkir olabilmesi, mutlaka ruhunun vücudundan ayrılıp Allah’ın yoluna girmesiyle mümkündür. 

Unutmayın, neye sahipseniz hepsini Allah’a borçlusunuz. Varoluşunuz, Allah’ın sizi var etmeyi dilemesi sebebiyledir. Neyiniz varsa, neye fizik olarak sahip olmuşsanız, mutlaka Allah müsaade etmiştir de sahip olmuşsunuzdur. Her türlü problem, sizi daha güçlü, daha Allah’a yakın, daha Allah’a lâyık kılmak için karşınıza çıkarılır. Hedef sizin mutsuz olmanız değildir, mutluluğu yakalamanızın şartlarına sizi adapte edebilmektir. Hepiniz için bütün güzellikler hazırdır. Allah'ın güzelliklerine koşmanızı bekliyor Allahû Tealâ. Mutlu olmanızı istiyor. Öyleyse Allah’a ulaşmayı dileyin ve şükredenlerden olun sevgili kardeşlerim. 

Hepinizin iki cihan saadetine ulaşmanızı Efendimizin himmetiyle Yüce Rabbimizden diliyoruz. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden… 

Dr. Abdulcabbar Boran 
www.ibrahimlive.com

NEFSİN KİN AFETİ

   ​DR. ABDULCABBAR BORAN 

Sevgili kardeşlerim! Hamd olsun Yüce Rabbimize, bir defa daha beraberiz. Bir defa daha bizleri en güzel için bir araya getirdi; Allah için, O’nun uğrunda yaşamak için. 

Tasavvuf ki; temeli sevmektir. Tasavvuf ki; başkaları için yaşamaktır. Başkaları için yaşamaksa Allah için yaşamaktır. Allah’ın dizaynında her şey biliniz ki sevgi üzerine kurulmuştur. Kin, nefret, düşmanlık ise şeytanın korkunç bir tuzağıdır. 

Kin, alınamamış intikam demektir. Birisi size kötü bir davranışta bulununca içinizdeki intikam afeti harekete geçer. Şeytan nefsinize direktif verir: “Madem ki o sana bunu yaptı, sen de ona aynısını hatta daha beterini yapmalısın, herkesin içinde dersini vermelisin.” Ama ya o kişi çok güçlüyse, intikam alınamıyorsa, o zaman nefsteki intikam hissi kine dönüşür. 

Bazen de karşıdaki insan bir kötülük yapmamıştır ama onun başarılarını, mutluluğunu kıskanmak, haset duymak sebebiyle intikam isteği harekete geçer. Habil’i öldüren Kabil’de olduğu gibi, sahâbeyi hedef alan müşriklerde olduğu gibi. İblis de hasedi sebebiyle insanoğluna kin beslemektedir. 

3/ÂLİ İMRÂN-118: Ey âmenû olanlar! Kendinizden (mü’minlerden) başkalarını sırdaş edinmeyin. Onlar sizi fesada düşürmekten geri kalmazlar ve size sıkıntı verecek şeyleri temenni ettiler. Kin ve öfkeleri ağızlarından (sözlerinden) belli olmuştur. Göğüslerinde gizledikleri şey (kinleri) daha da büyüktür. Akıl etmiş olsaydınız, size âyetleri açıklamıştık. 

Nefsin kin afeti sebebiyle insan, karşısındakine zarar vermek, mutlaka öcünü almak ister. Kin bir stres sebebidir. Stres varsa huzursuzluk vardır. Stres varsa fizik vücut da rahatsızdır. Allahû Tealâ özellikle de kin sebebiyle adaletsizlik yapmamamızı emrediyor: 

5/MÂİDE-8: Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler)! Allah için kavvâmîn olun (hakkı ayakta tutun)! Adaletli şâhidler olun! Ve bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın! O takvaya en yakın olandır. Allah’a karşı takva sahibi olun. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan haberdar olandır. 

Birçok insana göre birçok insan sevgiye lâyık değildir. Bu düşünce yanlıştır. Eğer nefsinizde afetler varsa o kişinin sevgiye liyakatini hep eksik değerlendirirsiniz. Değerlendirmenizin tamam olduğu nokta; İslâm’ı yaşadığınız yani ruhunuzu, fizik vücudunuzu, nefsinizi Allah’a teslim ettiğiniz noktadır. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle buyuruyor: “Eski toplumların derdi elemi size de dokundu: Haset ve kin. Kin kökten kazıyandır. Allah’a yemin ederim ki îmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de îmân etmiş olmazsınız. Size birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” Görüyorsunuz ki sevgi davanın esasıdır, giriş kapısıdır. İslâm’ın 7 safhası boyunca Allahû Tealâ sizde sevgiyi öyle oluşturur ki kin duyamazsınız. 

Manevî hayatınız Allah’a ulaşmayı dilemekle başlar (1. safha). Sevgi, negatif şartları pozitife dönüştürebilen yegâne güçtür. Her hayrın her mutluluğun başı kesinlikle sevgidir. Bütün sevgilerin kaynağı ise Allah sevgisidir. Allahû Tealâ, O’nu tanımamızı, O’nu sevmemizi, O’ndan mutluluk talep etmemizi, O’na ulaşmayı dilememizi istiyor: “Ey Yüce Allah’ım! Ben Seni çok seviyorum. Sana ulaşmayı diliyorum. Senin ermiş evliyalarından birisi olmak istiyorum. Ne olur, benim de ruhumu şu dünya hayatını yaşarken Sana ulaştır. Beni dostlarının arasına kabul et.” 

Allah’a ulaşmayı dileyen kişi mürşid sevgisi duyar. Hacet namazını kılarak mürşidini Allah'tan sorar ve Allah’ın ona gösterdiği mürşide tâbî olur (2. safha). Mürşidin verdiği zikir dersiyle nefsin afetlerden temizlenmesi olayı başlar. Ve kişinin ruhu vücudu terk eder, Allah'a doğru seyri sülûkta olan kafileye katılır. 

Zikir oranı arttıkça nefsin kalbindeki sevgi de artar. Ruhun teslimi, fizik vücudun teslimi, nefsin teslimi; az zikir, çok zikir ve daimî zikirle gerçekleşir (İslâm’ın 3, 4, ve 5. safhaları). İhlâs makamı 6. safhadır, nefsin halis, saf, katışıksız olduğu anlamına gelir. Kalpteki bütün afetler temizlenmiş; nefretin, kinin, düşmanlığın yerini sevgi almıştır. İşte o zaman bakarsınız ki herkesi seviyorsunuz. Kin duyduğunuz, gadap duyduğunuz, cezalandırmak istediğiniz hiç kimse yok. Size nasıl davranırlarsa davransınlar, sizi öldürmek isteseler bile onlara karşı kin duyamazsınız. 

Hatırlayın, Habil ile Kabil arasındaki kavgayı. Habil diyor ki: “Anladım, beni öldürmek niyetindesin ama ben sana karşı koymayacağım. Allah'ın karşısında bununla kendimi küçültemem. Ben sana kin duymuyorum. Duymam mümkün değil.” İhlâsta olan birinin bütün davranışlarını Habil sergiliyor. Hayatının sona erdiği noktada bile Kabil’i seviyor. 

Allah’a ulaşmayı dilediğiniz zaman, mürşidinize ulaşıp teslimlerinizi tamamladığınız zaman Yunus Emre’yi anlayacaksınız. “Biz kimseye kin tutmazız. Ağyar bile dosttur bize.” diyor. Kimseyle savaşı yok. “Onlar bana düşman olabilirler, o onların problemi. Ben onlara düşman olamam.” diyor Yunus. Düşmanlığın mevcut olabilmesi için Yunus’un içinde kinin, nefretin, intikam hissinin var olması lâzım ama hepsi yok olmuş. Onların yerini sevgi almış, dostluk almış, bütün güzellikler almış. Hepinizin Yunus gibi sevginin emsalleri olmanızı Efendimizin himmetiyle Yüce Rabbimizden diliyoruz. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok seviyoruz, kalbimizden. 

DR. ABDULCABBAR BORAN 
www.ibrahlimlive.com

ALLAH TEVAZU SAHİPLERİNİ SEVER

   DR. ABDULCABBAR BORAN 

Sevgili kardeşlerim, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’ın güzelliklerinden bahsetmek üzere beraberiz. 

Her insanın belli bir seviyesi vardır. Seviyesinin üzerindeki davranışların adı KİBİR; o seviyenin gerekliliğini ifade eden davranışların adı VAKAR; bulunduğu seviyeden daha aşağı seviyeyi temsil eden davranışların adı ise TEVAZUdur. Tasavvuf erbabı için söz konusu olan şey, sadece tevazudur. Vakar sahibi olmak ise Allah katında kendisine görev verilmiş kişiler içindir. Onlar isteseler de istemeseler de bir seviyeyi temsil etmek mecburiyetindedirler, alternatifleri yoktur. 

Tevazuyu bir kıssa ile anlatalım. Bursa kadısı Aziz Mahmud Hüdâyî, Üftâde Hazretlerinin talebesi olmak için, üzerinde sırmalı kaftanı ile dergâha doğru yola çıkar. Atının ayakları kayalara saplanınca çaresiz, çamurlara bata çıka yürüyerek Üftâde Dergâhına ulaşır. Yamalı elbiseler içinde bahçeyi çapalayan zâta: “Ben Bursa Kadısı Mahmud’um. Şeyh Üftâde’yi görmek istiyorum. Çabuk geldiğimi haber ver.” der. 

Kadının hizmetçi zannettiği Şeyh Üftâde Hazretleri, onu dinledikten sonra şöyle buyurur: “Yazıklar olsun ey Kadı Efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ve biz bu kapının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sahibisin. Bu halde ikimizin bir araya gelmesi mümkün mü? Senin ilmin, malın, mülkün, şanın ve mâmur bir dünyan var. Bizim gibi kulların Allahû Tealâ’dan başka kimsesi yoktur. Atın bile gelmek istemeyip ayakları kayalara saplanmadı mı?” Bu sözler ve yaptığı hata Aziz Mahmud Hüdâyî’ye çok tesir eder. Gözlerinden yaş dökülerek, “Efendim! Herşeyimi mübarek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Dileğim, talebeniz olmak ve hizmetinizi görmekle şereflenmektir. Ne emrederseniz yapmaya hazırım.” der.  

Bu samimi ifade üzerine Üftâde Hazretleri buyurur ki: “Ey Bursa Kadısı! Kadılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin!” Aziz Mahmud Hüdâyî, derhal kadılığı bırakıp sırmalı kaftanı ile bağırarak ciğer satmaya başlar. Onu görenler; “Bursa Kadısı aklını oynatmış, tımarhanelik olmuş.” derler. Ancak o, her türlü alaya katlanır. Her akşam dergâha geldiğinde mürşidi ona: “Bugün ne yaptın? Ciğerleri satabildin mi?” diye sorar, o da başından geçenleri anlatır. 

Üftâde Hazretleri, talebesinin nefsini iyice kırmak ve terbiye etmek için bu vazifeyi vermişti. İlminin verdiği gurura rağmen nefsinin istemediği şeyleri yapmakta büyük gayret sarf eden Aziz Mahmud Hüdâyî, kısa zamanda Allah’ın ve mürşidinin en sevdikleri arasına girdi. 

Allahû Tealâ’nın karşısında cahil bir insan, her zaman kendinin bir şey olduğunu zanneder. Gurur abidesi gibidir. Vaktiyle Mevlânâ da öyleymiş; Bursa Kadısı Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri gibi. İlmi sebebiyle her tartışmada rakiplerini yendiği için bir gurur abidesi gibi dolaşırmış. Ama sonra ikisi de birer sevgi abidesi olmuşlar, mürşidlerine olan sevgileri ve itaatleri ile kibri ve gururu, tevazu ile değiştirmişler. Edep, bir insanın tevazu sahibi olması halidir. Edep, başka insanlara karşı, özellikle mürşide karşı mutlak saygıyı gerektirir ki; bu da Allah’a karşı kişinin en saygılı davranış biçimini göstermesi halidir. 

Gurur ve kibir afeti, karşınızdakine sevgi duymanıza rağmen sizi hep ondan üstün olduğunuzu ispata yöneltir. İnsanlar gururun sahibiyken Allah’a değer vermezler. Mukayese etmek gereğini duymazlar. Ama Allah’a yaklaştıkça kendinizle O’nu mukayese etmek gereğini duyacaksınız. Bir yaratığın, yaratıcısı ile kendisini mukayese etmesi her zaman sıfırla noktalanır. Çünkü 99 esmasının her biri için Allah, mükemmelliği ve tamamiyeti temsil eder. Ve O’na köle olmayı başardığınız zaman kocaman ama kocaman bir sıfır olduğunuzu görürsünüz. O’nun 99 esmasındaki mükemmellik, eksiksizlik ve sizin 99 esmanın her birindeki sıfır oluşunuz; işte Allah’a yakın oluşunuzun en üst noktası orasıdır.  

İnsanın bir hiç olduğunu idrak etmesi onu; ruhu, nefsi ve fizik vücuduyla, kendisine ait görünen her şeyin aslında Allah’a ait olduğu idrakine ulaştırır. Ne kadar hiçliğini idrak edebilirse o kadar Allah’ın sevgisini ve takdirini kazanır. Ne zaman size ait olan herşeyi; zamanı, parayı, gücü, aklınızı kendiniz için değil, başkalarının mutluluğu için kullanmaya başlarsanız; işte o zaman siz menfaatlerinizi hiçe sayan bir insansınız. Nefsinizin menfaat adını verdiği “kendine yontma” işlemini sıfırlatmış, kendinizi bu açıdan hiçe saymış olursunuz. 

Bütün bu güzelliklerin başlangıç noktası, Allah’a ulaşmayı dilemektir. Tevazu sahibi insan, Allah’a ulaşmayı dileyen, Allah’ın âyetleri söylendiği zaman onu incelemeye alan ve doğruya ulaşan insandır. Hacet namazı ile mürşidini Allah’tan sorar, Allah’ın öğretisini mürşidinden adım adım öğrenir, hayatına tatbik eder. Böylece her geçen gün önce Allah’a, sonra insanlara adım adım daha sevgili olur. 

Artan zikriniz, sizi gururun ve kibrin sıfırlandığı bir noktaya ulaştıracaktır. Başkalarının sizi üstün görecek şeyler düşünmesi veya hiç dikkate almamaları sizin için bir fark oluşturmayacaktır. Öğreneceksiniz ki üstün olmak, Allah’ın katındaki üstünlüktür. Bu ise tevazu ile ulaşılabilecek olan bir noktadır. Siz kendinizden ne kadar vazgeçebilirseniz, Allah’ın sizdeki aşk okyanusunu o kadar büyütmesine sebep olursunuz.  

Her birinizin Allah’ın aşk okyanusundaki tevazu sahiplerinden olmanızı Efendimizin himmetiyle Yüce Rabbimizden diliyoruz. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden.  

Dr. Abdulcabbar Boran 
www.ibrahimlive.com

DÜŞMANLIKTA YARDIMLAŞMAYIN, TAKVA ÜZERİNE YARDIMLAŞIN

   DR. ABDULCABBAR BORAN 

Sevgili kardeşlerim, Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah'tan bahsetmenin o müstesna güzelliğini yaşamak üzere bir aradayız.  

Allahû Tealâ Mâide-62’de şöyle buyuruyor: “Ve onlardan bir çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kötü.” Bu âyetle örtüşen hadîsinde Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle buyuruyor: “Düşmanlığı devam ettirerek hayatını sürdürmen günah olarak sana yeter.” 

Allahû Tealâ, üzerimize farz kıldığı 7 safha 4 teslimi yaşayarak düşmanlığı kökünden hayatımızdan silmemizi, günah ve düşmanlıkta değil, takvada yarışmamızı emrediyor.  

5/MÂİDE-2: “….Sizi Mescid-il Haram’dan alıkoymalarından (çevirmelerinden) dolayı bir kavme beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya sevk etmesin. Birr ve takva üzerine yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’a karşı takvâ sahibi olun. Muhakkak ki Allah ikâbı (azâbı) şiddetli olandır.” 

Nefsimiz, başlangıçta kin ve nefret, zulüm, haset ve düşmanlık gibi 19 afetle doludur. Şeytan bu afetlere tesir ederek herkesle düşman olmamızı, böylece mutsuz olmamızı temin etmeye çalışır. Allah ise mutluluğun iki kanadını âyetler ışığında yaşamamızı ister: 

1. Mutluluğun birinci kanadı, Allah’la ilişkilerinizin tamamen sevgiye dayalı olmasıdır. Her hayrın her mutluluğun başı Allah sevgisidir. Sevenler, Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. Allah’a ulaşmayı dileyenler, 1. safha takvanın sahibidir (Rûm-31).  
2. Mutluluğun ikinci kanadı, başka insanları mutlu etmek ve mutlu olmak esasına dayalıdır. Bir insanın etrafında 10 kişi varsa, her birine ayrı mutluluk verirse onların yaşadığı mutluluğun 10 katını kendisi yaşar. Allah’ın bizleri sosyal birer varlık olarak yaratmasının arkasında sadece ve sadece daha fazla mutlu olmamızı istemesi vardır.  

Bir insan Allah’a ulaşmayı dilediği zaman Allah 12 ihsan vererek onu mürşidine ulaştırır. Düşmanlığın bitip kalplerin birleştirilmesi için o kişinin nefs tezkiyesi üzerine olması gerekir. Bu da Allah’a ulaşma dileği ve mürşide tâbiiyetle mümkündür. Sahâbe başlangıçta birbirine can düşmanı iken Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmalarıyla birlikte Allah onların kalplerini birleştirdi, insanlık tarihi boyunca birbirini en çok seven topluluk oldular. 

3/ÂLİ İMRÂN-103: Ve hepiniz, Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, fırkalara ayrılmayın! Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki ni’metini hatırlayın; siz (birbirinize) düşman olmuştunuz. Sonra sizin kalplerinizin arasını birleştirdi, böylece O’nun (Allah’ın) nimeti ile kardeşler oldunuz. Ve siz ateşten bir çukurun kenarında iken sizi ondan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor. Umulur ki böylece siz hidayete erersiniz. 

Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu âyetle örtüşen hadîsinde diyor ki: “Sizden önceki toplumların derdi size de bulaştı: Haset ve kin. Kin kökten kazıyan şeydir. Allah’a yemin ederim ki îmân etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olamazsınız. Size birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” Selâmın yayılması, İslâm’ın, teslimin yayılmasıdır. Bunun için kalpten Allah’a ulaşmayı dilemelisiniz. Böylece Allah sizi mürşidinize ulaştıracak; ruhunuzu, fizik vücudunuzu, nefsinizi Allah’a teslim edeceksiniz. Daimî zikirle nefsin kalbi %100 nurlarla dolduğunda nefs Allah’a teslim olur. Bu noktada kişi, ona düşman olanları bile sever. Yunus Emre ne diyor: “Düşmanımız kindir bizim. Biz kimseye kin tutmazız. Ağyar bile dosttur bize.” Peygamber Efendimiz (S.A.V) ise şöyle buyuruyor: “Birbirinizden nefret etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun.”  

Düşmanlığı doğuran faktörlerden biri, nefsteki haset afetidir. Haset; başkalarının başarılarını çekememek, kazanca ulaşmalarını hoş karşılamamak, sadece kendisine Allah’ın vermesini istemektir. Bir gün birbirine haset ve düşmanlık besleyen iki kişi, mükâfatlandırılmak için Melik’in huzuruna çıkarılır. Melik der ki: “Birinize verdiğimin iki katını diğerine vereceğim.” Ve birinciye sorar: “Sen söyle, ne istiyorsun?” Cevap: “Benim bir gözümü çıkartın.” Benim bir gözümü çıkar yani ötekinin iki gözünü çıkar, anlamı çıkıyor. İşte nefs, sahip olduğu afetler sebebiyle böylesine korkunç bir varlıktır. 

Düşmanlığın insana sağladığı bir hâkimiyet söz konusu olursa bu, korkuya dayalı bir hâkimiyettir. Allah’ın tamamen yasak ettiği bir sahadır. Elinizde imkânlar varsa, bu imkânları başkalarının gözünü korkutmak, onları yıldırmak için kullanıyorsanız; bu sizi hiçbir zaman mutlu kılmaz. Tam aksine nefsinizin egosunu daha çok güçlendirir. Bunu yaptığınız sürece her adımda kaybedenlerden olursunuz.  

Eğer etrafınızdaki insanlarla bir sevgi halesi içinde beraberseniz, siz birsiniz, bir tek kitlesiniz. Ama eğer aranızda düşmanlık varsa hemen ikilikler, fırkalar oluşur. Allah’ın yasak ettiği bir standart mevcuttur. Oysa müminler kardeştir ve mümin kardeşine, 1- İhanet etmez, 2- Zulmetmez, 3- Onu mahrum bırakmaz, ihtiyacı olan bir şey varsa verir, 4- Onu aşağılamaz, 5- Dedikodusunu yapmaz, hakkında sui zanda bulunmaz (Hucurat-9, 10, 11, 12). Her Müslümanın malı, kanı, ırzı diğer Müslümanlara haramdır.  

Her etki bir tepkiyi doğurur. Düşmanlık eken düşmanlık biçer. Ama dostluk eken dostluk biçer. Diyeceksiniz ki: “Biz günlük olayların tesiri altında öyle bunalıyoruz ki etrafımızdaki insanlara dostluk besleyemiyoruz.” Büyük bir hatanın içindesiniz. Sevgiyi besleyebilmek için Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz, Allah’ı çok zikredeceksiniz. O’ndan, başkalarından intikam almak için değil, yardım etmek, huzur dağıtmak için yardım dileyeceksiniz. O, yardımıyla sizi en güzel standartlara ulaştırır. Aynı gıpta ettiğimiz sahâbe gibi: 

59/HAŞR-9: Ve onlardan önce (Medine’yi) yurt edinmiş olup kalplerinde îmân yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret eden kimseleri severler. Ve onlara verilenlerden (dağıtılan ganimetlerden) dolayı, kendileri onlara muhtaç olsa bile, gönüllerinde bir hacet (kaygı, haset) bulunmaz. Ve onları kendi nefslerine tercih ederler (üstün tutarlar). Ve kim nefsini cimrilikten korursa, o taktirde işte onlar, onlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir. 

Allahû Tealâ’nın hepinizi, birbirini en çok seven örnek bir topluluk haline ulaştırmasını, hepinizin gıpta edilecek güzel ahlâkın temsilcileri olmanızı Efendimizin himmetiyle Yüce Rabbimizden diliyoruz. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden… 

DR. ABDULCABBAR BORAN 
www.ibrahimlive.com

DEPRESYONA KÂİNATTAKİ EN TESİRLİ İLAÇ: ZİKİR

   DR. ABDULCABBAR BORAN 

“Acaba şu dünyada benden daha mutsuz insan var mıdır?” diyen o kişiye sesleniyorum. Mutluluk sizin için de var, Allah sizin için de mutluluğu garanti etmiş sevgili kardeşlerim. Hasbelkader böyle bir hastalığı yaşarsanız hemen trankilizan ilaçlara sarılmayın. Elinizde bu kâinattaki en tesirli ilaç var: ZİKİR. Allah’ın reçetesini kullanın. 

“Allah” Kelimesi Bir Şifredir 

“Allah” kelimesi öyle bir isimdir ki bu harflerin yan yana getirilişi ve her birinin titreşim sayılarının birbirinden farklı oluşu bir şifre oluşturur. Bu şifre, Allah’ın katından en az iki tane nurun göğsünüze inmesine sebebiyet verir: Rahmet ve Fazl nurları. Allah’ın nurları üzerinizde bir tesir oluşturur. Bu tesir, nefsinizdeki hastalıkların adım adım azalması, iç dünyanızdaki kavganın yerini mutluluğun, sulh ve sükûnun almasıdır. Zikir, mutluluğun jeneratörüdür.  

Kalplerimizin sahibi Yüce Rabbimiz, mutluluğumuz için zikrin şart olduğunu söylüyor. Diyor ki: “Onlar, âmenûdurlar ve kalpleri, Allah’ı zikretmekle mutmain olmuştur. Kalpler ancak; Allah’ı zikretmekle mutmain olur, öyle değil mi?” 13/RAD-28 

Sevgili kardeşlerim, yaşamak bir hünerdir. Sadece Allah’a sığınanlar, çözümleri Allah’tan gece gündüz yalvararak dileyenler bu hüneri elde edebilir. Dünyadaki şartlar ne olursa olsun, onlar hep mutludurlar. Kalbinizi dünya işlerinin sizi üzen kesimlerine çevirmeyin, Allah’a yönelin, Allah’a ulaşmayı dileyin. Farkına bile varmadan bir huzurun, mutluluğun gelip sizi yakaladığını göreceksiniz. 

Mutluluğun Giriş Kapısı: Allah’a Ulaşmayı Dilemek 

Allah’a ulaşmayı dilemek; Allah’ın en büyük emridir, mutluluğun yegâne anahtarıdır, kurtuluşun tek adresidir, Allah’ın en büyük müjdesidir. Bunu biz söylemiyoruz, Kur’ân-ı Kerim böyle söylüyor. Bakın ne diyor Allahû Tealâ: 

“Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi? Onlar, âmenûdurlar (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir) ve takva sahibi olmuşlardır. Onlara, dünya hayatında ve ahirette müjdeler (mutluluklar) vardır. Allah’ın sözü değişmez. İşte O, fevz-ül azîmdir.” YÛNUS-62, 63, 64 

“Onlara korku yoktur, onlar mahzun olmazlar, onlara müjdeler vardır, fevz-ül azîm (mükâfatların en büyüğü) onlarındır.” diyor. Peki, bu insanlar ne yapmışlar? Âmenû olmuşlar, Allah’a ulaşmayı dilemişler. Bir tek dileğinizle birkaç dakika içinde siz de Allah'a dost olabilirsiniz, mükâfatların sahibi olabilirsiniz.  

Bu dileği veya duayı nasıl yapacağız? Kapatın gözlerinizi, Allah’ın huzurunda olduğunuzu hissederek ve O’na güvenerek duayı etmeye başlayın: 
“EY YÜCE ALLAH’IM! SENİ ÇOK SEVİYORUM. BU DÜNYA HAYATINI YAŞARKEN SANA ULAŞMAK İSTİYORUM. BEN DE SENİN DOSTLARINDAN OLMAK İSTİYORUM. İKİ CİHANDA DA MUTLU OLMAYI DİLİYORUM. ALLAH'IM, BU DİLEK DİLİMDEYSE KALBİME İNDİR. AMİN.” 

Allah’a ulaşmayı dilediğiniz anda artık Allah’ın manevî yardımlarına ehil bir insansınız. Allah size furkanları (doğruyu yanlıştan ayırma özelliği) verir. Hacet namazını kılıp Allah’a mürşidinizi sorduğunuz takdirde sizi, sizin için tayin ettiği mürşide ulaştırır ve nefs tezkiyesi (zikirle nefsin temizlenmesi) başlar. Nefsteki hastalıklar (kin, nefret, öfke, haset, dedikodu, isyan, zan vb.) azaldıkça, yerini Allah’ın nurları aldıkça mutluluğunuz artar. İç dünyanızdaki kavganın yerini sulh ve sükûn alır. Allah bütün kanunlarını bizim için dizayn etmiş ve kolaylaştırmıştır.  

Hiçbirinizin bir büyük sıkıntıya düşmesini düşünmeyiz, inşallah böyle bir şey hiç olmaz. Ama böyle bir olay ile karşılaşırsanız hemen ilaçlara sarılmayın. Kâinattaki en tesirli silahı kullanın. Ne yapacaksınız? Bir abdest alacaksınız, seccadenin üzerine oturacaksınız, tesbihinizi alacaksınız, besmeleyi söyleyip “Allah, Allah, Allah, Allah” diye içinizden zikre başlayacaksınız. Sadece beş dakika süre bu iş için yeterlidir. İçinizdeki bütün huzursuzlukların, sıkıntıların Allah tarafından alınmış olduğunu göreceksiniz. 

O halde ne duruyorsunuz? Allah’a ulaşmayı dileyin. Ve Allah'a koşun. Bu sonsuz mutluluğu kana kana yaşayın. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden. 

DR. ABDULCABBAR BORAN 
www.ibrahimlive.com

ALLAH’A GÜVENİYORSANIZ BİLİN Kİ EN GÜÇLÜ SİZSİNİZ

   DR. ABDULCABBAR BORAN 

Sevgili kardeşlerim, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki Allah’tan bahsetmek üzere bir aradayız; sizler, biz ve Allah bir mutluluk üçgenindeyiz, bir güzelliği yaşıyoruz.  

Allahû Tealâ diyor ki: “Hangi şartların içinde olursanız olun Bana güvenin, tevekkül edin. O zaman en güçlü sizsiniz.” (ÂLİ İMRÂN-160). Neden en kuvvetli biziz? Biz kuvvetli olduğumuz için mi? Asla! Ama sahibimiz Allah bizimle birlikte. Sahipsiz değiliz. En kuvvetli O, kâinatı yaratan Allah!  

Bu âyetle örtüşen hadîs-i şerifte Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle buyuruyor: “Sevabın çokluğu, belanın büyüklüğüne göredir. Allah bir topluluğu sevdiği zaman onları muhtelif musîbetlerle imtihan eder. Kim bu musîbetleri sabırla karşılarsa Allahû Tealâ ondan hoşnut olur. Kim musîbetleri sabır ve tevekkülle karşılamaz, isyan ederse o da Allah'ın gazabına müstehak olur.” (İbni Mâce-23.) 

İnsanlar her sene birtakım musîbetlerle imtihan edilir. Her imtihan, hayra açılan bir kapıdır. Allahû Tealâ, musîbetler karşısında ne yapacağınızı size göstermek üzere sizlere bir kapı açar: “Ve onlar, senede bir veya iki kere imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra tövbe etmiyorlar (Allah’a yönelmiyorlar) ve onlar zikir yapmıyorlar (Allah’ın ismini ardarda tekrar etmiyorlar).” (TEVBE-126).  

İmtihanları sakın mutsuzluğun belirtileri olarak düşünmeyin. İnsanlar, hoşlarına giden olayları hayır, onları üzen olayları şer olarak kabul ederler. Ama Allah’ın ölçüsü böyle değildir. Allah’a göre; bize derecat kazandıran olaylar hayır, bize derecat kaybettiren olaylar şerdir: “Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (BAKARA-216). Önemli olan, olayların hoşunuza gitmesi veya gitmemesi değil, size derecat kazandırması veya kaybettirmesidir. Derecat hayatınızın en önemli ölçeğidir; çünkü kazandığınız dereceler kaybettiğiniz dereceleri aşarsa gideceğiniz yer cennettir. 

Tasavvufun temel amacı, olayların üzerinizdeki negatif tesirinin yok edilmesidir. Olaylar gene devam ederler ama size bir tesir icra edemezler. Her şey öylesine güzel ki, eğer O’nunla beraber iseniz! Eğer huzursuzsanız, mutsuzsanız, sıkıntılıysanız bir yanlışlık var sizde; Allah’la beraber değilsiniz, şeytanla berabersiniz. İşte o huzursuzluktan, mutsuzluktan sizi alacak şey, iradenizle vücuda getireceğiniz bir dilektir. Allah’a bir dilekçe yazacaksınız kalbinizde: “Yarabbi! Ben Sana ulaşmak istiyorum. Öldükten sonra zaten Sana dönecek olan ruhumu, ben Senin emrin üzere ölmeden evvel Sana ulaştırmak istiyorum. Ben Senin, Allah’ımın, Rabbimin evliyası olmak istiyorum.” Tevekkül müessesesi, işte bu dilekle, Allah’a ulaşmayı dilemekle başlar. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: 
“Onlar ki, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).” derler. İşte onlar (dünya hayatında Allah’a mutlaka döneceklerinden emin olanlar) ki Rab’lerinden salâvât ve rahmet onların üzerinedir. İşte onlar, onlar hidayete ermiş olanlardır.” BAKARA-156, 157 

Dünya hayatını yaşarken Allah’a mülâki olmayı, ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı diliyorsanız siz tevekkül sahibisiniz. Sadece tevekkül Allah’la ilişkilerinizi sonuna kadar götürebilir. İslâm 7 safha 4 teslimden oluşur. Bu kalbî dilekle Allah sizi, sizin için tayin ettiği mürşide ulaştırır. Mürşide tâbiiyetinizle birlikte teslimler yaşanır. Kişi Allah’a güven duyuyorsa Allah’a ruhunu teslim edecektir. Kişi Allah’a güven duyuyorsa fizik vücudunu teslim edecektir. Kişi Allah’a güven duyuyorsa nefsini teslim edecektir. 

Tevekkül, vekil tayin etmek demektir. Her konuda size yardım etmesi istikametinde Allah’ı vekil tayin ediyorsunuz. Sizin adınıza hareket etme yetkisini O’na veriyorsunuz. Bu, O’na duyduğunuz güvenin sonucudur. Siz Allah’a daha çok güvendikçe Allah da size daha çok güvenir ve daha çok ihsanda bulunur. Günlerden bir gün öyle bir noktaya ulaşırsınız ki; kendinize ait olduğunu zannettiğiniz ama gerçekte zaten Allah’a ait olan her şeyi Allah’a teslim edersiniz ve kâinatın en sağlam zemininde yaşarsınız. İşte bu evrensel macera Allah’a ulaşmayı dilemekle başlar. Allah’a ulaşmayı dileyin, Allah’a tevekkülle bağlanın sevgili kardeşlerim. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden. 

DR. ABDULCABBAR BORAN 
www.ibrahimlive.com

DÜNYADA RAHAT VAR MIDIR?

   DR. ABDULCABBAR BORAN 
Sevgili kardeşlerim, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha bir aradayız, Allah’tan bahsetmek zevkinin içindeyiz, Allah’ın ülkesinde yaşıyoruz. 

Dinimize giren hurafelerden birinden bahsetmek istiyorum size: “Dünyada rahat yoktur.” İnsanın manevî tekâmülünün korkuya dayalı olduğu zannediliyor. “Allah korkusu insanları kemâle erdirir.” diye bir yanlış düşünce, ne yazık ki asırlar boyunca insanları meşgul etmiş ve herkes inanmış ki; dünyada rahat yoktur, insanlar hep huzursuz bir dünya hayatı yaşayacaklar ve İslâm’ın 5 tane şartını yerine getirip cennete gidecekler, cennette rahat edecekler.  

Bu, Kur’ân-ı Kerim’e tamamen ters düşen bir hurafedir. Allahû Tealâ bizim dünya hayatında mutlu olmamızı, mutlaka cennete gitmemizi, cennette de mutluluğu devam ettirmemizi emreder. Mutluluk denilen müesseseyi yok farz etmek, hep bir yanlış anlayışın mahsulüdür. 

Öyleyse dünyada kimler için rahat vardır, kimler için rahat yoktur, gelin Kur’ân-ı Kerim çerçevesinde inceleyelim. “Dünyada rahat yoktur,” sözü, sadece dinlerini Allah’ın emrettiği biçimde yaşayamayanlar için geçerlidir. Allah'a ulaşmayı dilemeyen, dünya hayatını dileyenler için dünyada da ahirette de rahat yoktur. Allahû Tealâ Yûnus-7 ve 8’de diyor ki:  

10/YÛNUS-7,8: Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır. İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir). 

Ama kim ki sahâbe gibi taguta kul olmaktan kaçınıp kalben Allah’a ulaşmayı dilerse, Allahû Tealâ Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesinde, “Onlar için müjdeler vardır.” buyuruyor.  

39/ZUMER-17: Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele! 

Müjde, mutluluğun ta kendisidir. Allah’a ulaşma dileğinin sahipleri ahirette de dünyada da mutlu olacaklardır.  

Allah’a ulaşmayı diledikten sonra farklı olaylar cereyana başlar. Allah, verdiği 12 ihsanla sizi mürşidinize ulaştırır. Ne zaman ki mürşidinize tâbî olup nefs tezkiyesine başlarsınız, nefsinizin afetleri azaldıkça mutluluğunuz günbegün artar. Allah’ın dinden muradı, mutluluktur. İslâm 7 safha 4 teslimden oluşur. Her teslim mutluluğunuzu biraz daha arttırır.  

1. safha: Önce Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz. Mutluluğun kapısından giriş yaptınız. 
2. safha: Kim Allah'a ulaşmayı dilerse, hacet namazı kılıp da Allah'tan mürşidini sorduğu takdirde Allah ona mutlaka mürşidini gösterir. Mürşide tâbiiyetle birlikte nefs tezkiyesi başlayınca mutluluğunuz vücuda gelir.  
3. safha: Ruhunuzu Allah’a teslim ettiğiniz noktada nefsinizin kalbi %51 nurlanır ve dünya mutluluğu %51'i bulur.  
4. safha: Fizik vücut teslim edildiği zaman bu rakam %81 olur.  
5. safha: Nefsin teslimiyle nefsinizin kalbi %100 temizlenir, mutluluğunuz %100’e ulaşır.  
6. safha: İhlâs makamında Allah’ın nurları nefsinizin kalbini tamamen donatır, müzeyyen kılar. Kendisini başkalarının mutluluğuna adayan mutlu bir insansınız. 
7. safha: İradenin teslimi ile birlikte mutluluğun şahikasına ulaşırsınız.  

14 asır evvel birbirinin can düşmanı olan bedevîler Allah’a ulaşmayı dileyerek ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olarak 7 safha 4 teslimi yaşadılar ve asr-ı saadete ulaştılar. Öyleyse “Dünyada rahat yoktur.” diyenlere bizim bir sualimiz var: “Birbirinin can düşmanı olan bedevîler nasıl oldu da can dostu oldular ve asr-ı saadeti yaşadılar?” 

Onlar öylesine huzur ve mutluluk içerisinde bir hayat yaşadılar ki, bütün kardeşlerini kendilerinden öne geçirecek kadar çok sevdiler. Öyle ki; savaş meydanında şehit olmak üzere olan bir sahâbe “Su!” diye talepte bulununca Hz. Ömer matarasındaki suyu ona uzatmak üzere harekete geçiyor. Bir başka sahâbe “Su!” deyince birinci kişi, "Ya Ömer! Suyu ona ver. O benden daha kıymetli.” diyor. Hz. Ömer suyu tam ikinciye vermek üzereyken üçüncü bir kişi “Su!” diye sesleniyor. İkinci sahâbe de, “Ya Ömer! Ona ver. O benden daha kıymetli.” diyerek kardeşini kendisinden öne geçiriyor. 

Ölmek üzere olan bir kişi için en değerli şey bir yudum sudur. İşte onlar, birbirlerini en üst mutluluklara ulaştırmak üzere Allah için kendilerini feda ettiler. Kendini Allah’a adamış bir insan, iki cihan saadetinin de sahibidir.  

Öyleyse Allah’a ulaşmayı dileyin sevgili kardeşlerim; bütün müjdeler sizinle beraber olsun. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden… 

DR. ABDULCABBAR BORAN 
www.ibrahimlive.com

İSLÂM GÜZEL AHLÂKTIR

   DR. ABDULCABBAR BORAN 

Sevgili kardeşlerim, Allah'a sonsuz hamd ve şükrediyoruz ki yeniden bir aradayız. El ele gönül gönüle bir beraberliği, mutluluğu yaşamak için buradayız. 

İslâm güzel ahlâktır. Güzel ahlâk, başkaları için yaşamaktır. Güzel ahlâkın temelinde ihsanla davranmak (iyilik etmek, bağışta bulunmak, bağışlamak) vardır. En üst seviyede güzel ahlâk üzere yaratılan Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Ben, güzel ahlâkı tamamlamaya geldim.” diye buyuruyor. Allahû Tealâ Kalem-4’te Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e diyor ki:  

68/KALEM-4: Ve inneke le alâ hulukın azîm(azîmin). 
Ve muhakkak ki sen, mutlaka çok büyük bir ahlâk üzeresin. 

PEKİ, NASIL GÜZEL AHLÂKIN SAHİBİ OLABİLİRİZ? 
Bir insan üç vücuttan oluşur: Fizik vücut, nefs ve ruh. Ruhumuz, 19 tane haslet (güzel özellik) barındırır. Nefsimiz ise başlangıçta 19 afet (hastalık) barındırır. Güzel ahlâkın sahibi olamayan bir insanda nefs her zaman duruma hâkimdir. Ama Allahû Tealâ, nefsi ahsen-i takvim üzere yani ahsene dönüşebilecek özellikte yarattığını söylüyor.  

95/TÎN-4: Andolsun ki Biz, insanı (nefsini), ahseni takvim içinde (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparak en güzele ulaşabilecek özellikte) yarattık. 
95/TÎN-5: Sonra onu, esfeli safiline (en sefil hale, nefsinin karanlıklarına) iade ettik (çevirdik). 
95/TÎN-6: Âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler) ve amilüssalihat (nefsi tezkiye edici amel) işleyenler hariç.İşte onlar için kesintisiz ecir (mükâfat) vardır. 

Gün ola harman ola. Nefsinizdeki afetler azaldıkça her şey size güzel görünecek. Davranışlarınız herkesi imrendirecek. Öyle bir gün gelecek ki; sadece Allah için yaşayacaksınız. O, bütün hayatınızı renklendirecek. Hayattan kâm almanızı temin edecek. 

7 safha 4 teslimden oluşan Kur’ân’daki İslâm’ı yaşayarak nefsimiz ahsene ulaşır: 

1. SAFHA: Allah’a ulaşma dileği 1. safhadır. Bu dilek, hayrın anahtarı, şerrin kilididir.  
2. SAFHA: Bu dileğin sahibi olan kişiyi Allahû Tealâ 2. safhada mutlaka mürşide ulaştırır. Mürşide tâbiiyetle birlikte nefs tezkiyesi başlar. Kişi zikir yaptıkça Allah’tan gelen rahmet, fazl ve salâvât nurlarından fazıllar, nefsin kalbinde toplanır. Nefsin kalbi böylece adım adım karanlıklardan aydınlığa doğru bir yolculuğa çıkar.  
3. SAFHA: Kalpte %51 fazl birikimi olduğunda nefs tezkiye olur ve Allah o kişinin ruhunu Kendisine ulaştırır. Her ruhunu Allah’a ulaştıran kişi güzel ahlâkın sahibi midir? Değildir. Ama mutlaka başkalarına ihsanla davranmaya başlamıştır. Rabbimiz Nisâ-36’da diyor ki:  

4/NİSÂ-36: Ve Allah’a kul olun. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ve ana-babaya, akrabaya, yetimlere, miskinlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa (eşlere), yolda kalmışa ve elinizin altında sahip olduklarınıza (köleye, cariyeye, işçilere) ihsanla davranın. Muhakkak ki Allah, kibirli olan ve övünen kimseleri sevmez. 

4. SAFHA: Bu insan Rabbine en üst noktada güven duyar ve zikrini artırırsa Allah onu fizik vücut teslimiyle muhsinlerden kılar. Muhsin, ihsanla davranan kişidir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle buyuruyor: “Allah’a ve yevm’il âhire îmân eden kişi komşusuna eziyet etmesin. Allah’a ve yevm’il âhire îmân eden kişi misafirine ikram etsin. Allah’a ve yevm’il âhire îmân eden kişi ya hakkı konuşsun ya sussun.” İşte bu, fizik vücudun teslimini ifade eder. Allahû Tealâ Âli İmrân-134’te muhsinlerin özelliklerini anlatıyor: 

3/ÂLİ İMRÂN-134: Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever. 

5. SAFHA: Ardından Allah bu kişiyi daimî zikre ulaştırır ve nefs Allah’a teslim olur. Daimî zikrin sahipleri Kur’ân ahlâkıyla ahlâklananlardır. Çünkü nefslerinde hiç afet kalmamıştır. 
6. SAFHA: Sonra kişi irşada ulaşır. 
7. SAFHA: İradesini de Allah’a teslim ederek Allah’ın velî mürşidi olur. 

Her devirde her kavmin içerisinde Allah’ın tayin ettiği velî resûller, velî mürşidler insanları bu 7 safhaya, Kur’ân ahlâkına davet ederler. Hâl böyleyken ne yazık ki günümüz İslâm tatbikatında 7 safhanın 7'si de unutulmuş. Kala kala elimizde İslâm'ın 5 tane şartı kalmış. İslâm’ın 5 şartı hiç kimseyi kurtuluşa ulaştıramaz ve güzel ahlâkın sahibi kılamaz. Onlar vasıta ibadetlerdir, hedef ise 7 safha 4 teslimden oluşan bir bütündür.  

Güzel ahlâk mutluluktur. Almakla değil, vermekle mutlu olursunuz. Hayatınızda ne zaman başkaları sizden önde ise o zaman Allah da sizden önde. Ne zaman nefsiniz varsa Allah sizinle birlikte değil. Nefsiniz için olduğunuz sürece, ben dediğiniz sürece mutlu olamazsınız. Ama Allahû Tealâ herkesin mutlu olmasını ister. Öyleyse Allah’a ulaşmayı dileyin, Allah ile dostluğu kurun, bakın o zaman Allah size neler veriyor. Siz değişin! Ondan sonra gelin, bize yaşadığınız güzellikleri anlatın. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden… 

DR. ABDULCABBAR BORAN 
www.ibrahimlive.com

KÖTÜ ALIŞKANLIKLARDAN KURTULMANIN EN KOLAY YOLU

   DR. ABDULCABBAR BORAN 

Sevgili kardeşlerim, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’ın huzurunda birlikteyiz, mutluluktan bahsetmek üzere… 

Nefsin 19 afetinden bir tanesi kötü alışkanlıklar yani iptilalardır. İptila, Allah’ın yasak ettiği şeylerin kişiyi esir almasıdır. Arzunun, vazgeçilemeyecek dereceye ulaşmış halidir. Allah’ın haram ettiği şeyler konusunda bir talep duyuyorsanız bu talep arzudur; asla sevgi değildir. Şarap sevgisi diye, rakı sevgisi diye, eroin sevgisi diye bir sevgi söz konusu olamaz. Bunlar iptilalardır. Dikkat edin, sevgi sadece huzur verir, mutluluk verir. Eşinize karşı duyduğunuz sevgi eğer sevgiyse onu sevmek sizi huzurlu kılar. Çocuklarınıza karşı duyduğunuz şey sevgi ise onları sevmek sizi huzurlu kılar. Yüce Rabbimiz kötü alışkanlıklar konusunda diyor ki:  

5/MÂİDE-90, 91: Ey âmenû olanlar! Ancak şarap, kumar, (tapınmak için konulan) dikili taşlar (putlar) ve fal okları, şeytanın işlerinden pis şeylerdir. Artık bunlardan kaçının. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz. Oysa ki şeytan, şarap ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı zikretmekten ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Siz artık (bunlara) son verdiniz mi? 

Kötü alışkanlıklar şeytanın eseridir. Şeytanla farkına bile varmadan iş birliği içinde olursunuz. Amacı, iptilalar vasıtasıyla insanların arasına kin ve düşmanlık sokmak ve aynı zamanda namazdan ve zikirden alıkoymaktır. İblis, iptila afetine tesir ederek kişiyi -tövbesine rağmen- tövbesini bozdurarak aynı günahı tekrar tekrar işlemeye sevk eder.  

İnsanlar kafayı çekerler. “Hayattan kâm alıyoruz.” derler. Hayır, kâm almıyorlar, gam alıyorlar hayattan. Oysaki Allah’ın istediği şey; hepinizin mutluluğudur. Bütün kapılarını sizin için açık tutar. Ne zaman isterseniz o kapılardan geçin ve hedefe ulaşın. Bu, samimiyetle Allah’a yönelmenize bağlıdır.  

İptilalardan kurtulup mutlu olmanız bir talebinize dayalı: Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz. İşte konunun başlangıcı bu: Allah’a ulaşmayı dilemek. Kişi Allah’a ulaşmayı dilediği anda bütün günahları için tövbe etmiş sayılır ve gideceği yer cennettir. Birçok kişi sözlerime inanmayacaktır. "Bu kadar günahkârken, hiç kimseye söyleyemediğim günahlarım varken ben mi cennete gideceğim?" diyeceksiniz. Evet, sen. Hangi günahların sahibi olursan ol, Allah’a ulaşmayı kalbinden dileyebilirsen mutlaka Allah'ın cennetine gireceksin. 

Dileyip dilemediğinizi anlamanız çok kolay sevgili kardeşlerim. Çünkü çok bariz bir farklılık olur. Kötü alışkanlıkların karşılığı, ruhumuzdaki meziyetlerdir. Allahû Tealâ sizi meziyet sahibi kılar. Namazdan hoşlanmazken, zikirden hoşlanmazken, oruç tutmak size ağır gelirken, bunların hepsinin doyulmaz zevkler olduğunu yaşayacaksınız. O zaman Allah'a sonsuz hamd ve şükredeceksiniz. Hani bir şarkı var ya: "Bana ne oldu, ben bilemem. Eski halimi hiç göremem." diye. Size ne olduğunu siz bilemezsiniz, size ne yaptığını Allah bilir. Sizi adam eder, Kendisine layık kılar, cennetine layık kılar. Allahû Tealâ diyor ki:  

29/ANKEBÛT-5: Kim Allah’a mülâki olmayı (hayattayken Allah’a ulaşmayı) dilerse, o taktirde muhakkak ki Allah’ın tayin ettiği zaman mutlaka gelecektir (ruhu mutlaka hayattayken Allah’a ulaşacaktır). Ve O; en iyi işiten, en iyi bilendir. 
29/ANKEBÛT-6: Ve kim cihad ederse, o taktirde sadece kendi nefsi için cihad eder. Muhakkak ki Allah, âlemlerden müstağnidir (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur). 

Kim ruhunu hayattayken Allah’a ulaştırmayı dilerse, Allahû Tealâ bu dileği mutlaka yerine getireceğini söylüyor. Kişi Allah’a ulaşmayı dilediği an dünyası değişir. Mutluluğu yaşamaya başlar. Allah’tan hacet namazı ile mürşidini sorar. Allah ona mürşidini gösterir ve onu mürşidine ulaştırır. Mürşide tâbiiyetle birlikte nefs tezkiyesi başlar. Nefs tezkiyesi yapan kişi, Ankebût–6’da Allah’ın söylediğini nefs ile cihada başlamıştır. Artan zikri, nefsin kalbinin 7 kademede %51 nurlarla dolmasını sağlar. Nurlar mutluluğun sembolüdür. 

Nefs Kademeleri 
Nefs-i Emmare: İnsanın nefsinden emir almasıdır. Bu kademede 15 bin zikir ile kalbimizde %7 nur birikir. Kalpteki afetler, iptilalar azalmaya, yerine Allah’ın sevgisi yerleşmeye başlar. 
Nefs-i Levvame: %14 nur oranı ile artık nefsi tanımaya başlar ve onun doyumsuzluğunu, arzularını kınar hale geliriz. 
Nefs-i Mülhime: %21 nur oranı ile Allah’tan ilham almaya başlarız. 
Nefs-i Mutmainne: %28 nur oranıyla Allah'ın bizim için uygun gördüğü her şey ile tatmin oluruz. 
Nefs-i Radiye: %35 nur oranıyla nefs rıza makamına ulaşır. Hayrı ve şerri ayırt eder. Başına gelen olaylarda Rabbinin oynadığı rolü iyi değerlendirir ve tevekkül eder. 
Nefs-i Mardiye: %42 nur birikimiyle Allah’ın rızası kazanılır. 
Nefs-i Tezkiye: %51 nur birikimiyle nurlar afetlere baskın çıkar. Burası, nefsin tezkiye olduğu, ruhun da Allah’a ulaştığı noktadır. 

"Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir. (Şems-9)” Tasavvuf, nefsinize karşı savaş vermenin Allah’ın katındaki adıdır. Allah için olmak bir meziyettir, bir ayrıcalıktır; mutluluğun yegâne kapısıdır. Nefsinizdeki afetler azaldıkça iblisin üzerinizdeki tesiri azalır. Allah ile iç içe bir dünyada her şey sizin için güzelleşir. Hepinizin kötü alışkanlıklardan kurtulup tüm meziyetlerin sahibi olmanızı Efendimizin himmetiyle Yüce Rabbimizden diliyoruz. Allah hepinizden razı olsun.  

DR. ABDULCABBAR BORAN 
www.ibrahimlive.com

MUSİBETLER, ÖĞÜT ALANLAR İÇİN KARANLIKTAN AYDINLIĞA GEÇİŞTİR

   DR. ABDULCABBAR BORAN 

Sevgili kardeşlerim, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki yeniden beraberiz. Sizlere hitap edebilmek, Allah’ın güzelliklerine davet edebilmek bizim için bir büyük mutluluk. 

Her imtihan hayra açılan bir kapıdır. Allahû Tealâ, musibetler karşısında ne yapacağınızı göstermek üzere sizlere bir kapı açar. Kötürüm bir çocuğu olan iki anne düşünelim. Biri Allah’a diyor ki: “Yarabbi! Bu belâyı neden Ayşe’ye, Fatma’ya değil de bana verdin?” Diğeri ise şükrediyor ve diyor ki: “Yarabbi! Sen bana bu çocuğu, ona karşı vazifelerimi en güzel şekilde yapayım ve Senin rızanı kazanayım diye, hayır olarak verdin.” Aradaki farkı görebiliyor musunuz? Mukayeseleri, herkes kendi nefsinin dizaynı içerisinde yapar.  

Başlangıçta nefsimiz %100 afetlerle dolu, kapkaranlıktır. Bu karanlıklar bizi mutsuz etmek için herşeyi yaparlar. Bu sebeple insanlar, hoşlandıkları olayları hayır, kendilerini üzen olayları şer olarak değerlendirirler. Allah’ın ölçüsüne göre ise; bize derecat kazandıran herşey hayır, bize derecat kaybettiren herşey şerdir: 

2/BAKARA-216: Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz. 

Olayları değerlendiren insanlardan kalbinde hayır olanları Allah Kendisine seçer. Şûrâ-13’te diyor ki: “Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).” Allah, seçtiği kişilerin, imtihanlar neticesinde Allah’a ulaşmayı dilemelerini temin etmek ister. Musibetlerden ders alanlar; Allah’a yönelenler, Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. 

9/TEVBE-126: Ve onlar, senede bir veya iki kere imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra tövbe etmiyorlar (Allah’a yönelmiyorlar) ve onlar zikir yapmıyorlar (Allah’ın ismini ardarda tekrar etmiyorlar). 

Buradaki tövbe Allah’a ulaşmayı dilemenin sonucudur, mürşid önünde yapılan tövbedir. Öyle bir tövbe ki; bunun neticesinde kişi zikir yapacak yani nefsi ıslâh edici amellerde bulunacaktır. Âyet-i kerime ile örtüşen hadîs-i şerifte Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyuruyor ki: “Ey insanlar! Ölmezden önce Allah’a tövbe edin. (Musîbet, hastalık, yaşlılık gibi) ağır meşguliyetlere düşmezden önce salih ameller işlemede acele edin. Çok zikrederek, gizli ve açık çok sadaka vererek Allah’a karşı üzerinizdeki borcu ödeyin ki; bol rızka, ilâhi nusrete, ıslâh-ı hâle mazhar olasınız.” 

Musibetten öğüt alanlar, Allah’a ulaşmayı dileyip Allah’a giden bir yol tutarlar. Onlar irşad yolu üzerindedir, onlar için mutlak surette bir mürşid vardır: 

28/KASAS-47: Ve eğer elleriyle takdim ettikleri (yaptıkları) sebebiyle onlara bir musîbet isabet ederse: "Rabbimiz keşke bize bir resûl gönderseydin böylece biz, Senin âyetlerine tâbî olur ve mü’minlerden olurduk." diyecek olmasalardı (seni Nebî-Resûl olarak göndermezdik). 

Allah’a ulaşmayı dileyen kişi bir mürşid ihtiyacı hisseder. Hacet namazı ile mürşidini Allah’a sorar. Allah’ın gösterdiği mürşide tâbî olur ve zikre başlar. Zikirle birlikte Allah onun kalbine rahmet, fazl ve salâvât nurlarını ulaştırır, böylece nefsinin karanlıklarını zulmetten nura çıkarır.  

2/BAKARA-155: Ve sizi mutlaka korku ve açlıktan ve mal, can ve ürün eksikliğinden imtihan ederiz. Ve sabredenleri müjdele. 
2/BAKARA-156: Onlar ki, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).” derler. 
2/BAKARA-157: İşte onlar (dünya hayatında Allah’a mutlaka döneceklerinden emin olanlar) ki Rab’lerinden salâvât ve rahmet onların üzerinedir. İşte onlar, onlar hidayete ermiş olanlardır. 

İki tür insan vardır. Bir kısmı musibet isabet ettiği zaman “Lânet olsun.” der, öfkelenir ve eski hayatına devam eder. Ama bir kısmı der ki: “Ben Allah içinim.” İşte onlar Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. Bu dilek, Kur’ân’ın ve mutluluğun giriş kapısıdır: “Ey Yüce Allah’ım! Seni çok seviyorum. Bu dünya hayatını yaşarken mutlaka Sana ulaşmak istiyorum. Emanet olan ruhumu Sana ulaştırmak istiyorum. Ne olur, beni de dostlarının arasına kabul et.” “İşte onlar hidayete ermiş olanlardır.” diyor Allahû Tealâ.  

Hidayet böyle başlar, Allah’a ulaşmak konusunda kesin bir kararlılıkla. Onları bu karara götüren şey musibetlerdir. Öyleyse her imtihan, karanlıklardan aydınlığa bir geçiştir. Her imtihan, çirkini güzelle değiştirmektir. Bundan murat, Allah’a teslim olmaktır. Evvelâ ruhun teslimi, daha sonra fizik vücudun, nefsin ve iradenin teslimiyle, teslim-i küllîyle Allah’a teslim olup en zirve noktada iki cihan saadetinin sahibi oluruz.  

Hepinizin iki cihan saadetine ulaşmanızı Efendimizin himmetiyle Yüce Rabbimizden diliyoruz. Allah razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden. 

DR. ABDULCABBAR BORAN 
www.ibrahimlive.com

NASIL EVLİYA OLUNUR?

   DR. ABDULCABBAR BORAN 

Sevgili kardeşlerim, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’tan bahsetmek üzere bir aradayız. Unutmayın ki O, kâinattaki en büyük dost. 

Velî, dost anlamına gelen bir kelimedir. Evliya kelimesi velî kelimesinin çoğuludur fakat Türkçemize tekil olarak girmiştir. Allah’ın dostlarına evliya denir. “Mevlana mı? O evliyadır. Hacı Bayram Velî evliyadır. Yunus evliyadır.” deriz.  

Sevgili kardeşlerim, Allah sizleri bekliyor. Bütün güzellikler sizler için, mutluluklar sizler için. Allahû Tealâ sizi boşuna yaratmadı. Allah'tan gelecek olan bütün pozitif katkılara sizi hazır kıldı. O her zaman sizinle beraberdir. O’nu hissetmeye çalışın. Ve sizden istediği şey sadece bir tercih; Allah’ın yolunda bir tercih. Ve bu mutluluk yolunda bir tercihtir: Allah’a ulaşmayı dilemek. 

Allahû Tealâ diyor ki: “Sadece bir tek dilekle Ben sizi mutluluğa ulaştıracağım. Ben size dostum. Sizi de dostlarımdan biri yapacağım. Ben sizden razı olacağım, siz de Benden razı olacaksınız.” Nasıl dileyeceksiniz? Diyeceksiniz ki: "Ey yüce Allah'ım! Nasıl onca ermiş evliyan varsa, ne olur benim de ruhumu ölmeden evvel Sana ulaştır. Beni de dostlarının arasına al." İşte kalpten bu dileğin sahibi olan herkes, Allah'a dostluğun birinci kademesine ulaşmıştır.  

Yûnus-62, 63, 64’te Allahû Tealâ diyor ki: “Muhakkak ki Allah'ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi? Onlar, âmenûdurlar (ölmeden evvel Allah'a ulaşmayı dileyenlerdir) ve takva sahibi olmuşlardır. Onlara, dünya hayatında ve ahirette müjdeler (mutluluklar) vardır. Allah'ın sözü değişmez. İşte O, fevz-ül azîmdir.” 

HERKES ERMİŞ EVLİYA OLABİLİR Mİ? 
Evliya olmak, zamanınızda insanların imkânsız gördüğü bir şey. Diyorlar ki: “Bundan yüzlerce sene evvel evliyalar varmış. Hiç bu zamanda evliya mı olurmuş? Kimse kolay kolay evliya olamazmış.” Ama Allahû Tealâ hiç öyle söylemiyor. Şûrâ-13’te diyor ki: “Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır). Kim Allah'a ulaşmayı dilerse Allah, “Geri kalanı bana ait.” diyor. O kişinin ruhunu Kendisine ulaştıracağını garanti ediyor. Ulaştırdığı an kişi Allah'ın ermiş evliyası olur. Evliya kelimesi Türkçede ‘ermiş’ kelimesiyle ifade edilir. Nereye ermiş? Allah'a. Nesi ermiş? Ruhu. 

Unutmayın, Kur’ân-ı Kerim ruhun Allah’a ulaşmasını üzerimize 12 defa farz kılıyor. Ve başta Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) olmak üzere, bütün evliyalar insanları Allah’a ulaşmayı dilemeye davet etmişlerdir. Ne diyor Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Kim Allah’a ulaşmaya muhabbet duyarsa, Allah da onu Kendisine ulaştırmaya muhabbet duyar. Kim Allah’a ulaşmayı kerih görürse, Allah da onu Kendisine ulaştırmayı kerih görür.“  

Yunus Emre ne diyor? “Evliyalık bir dilektir. Dileyene düğün dernektir.” “An ey Yunus Rahmân’ını. Dosta ulaştır canını (ruhunu). Ne beslersin bu tenini. Ecel oku yetse gerek.” 
İmam Gazalî Hz: “Muhabbetullah’ı tek dost bil. Yolculuğunun gayesi O’na varmak olsun.” 
Hoca Ahmet Yesevî Hz: “Hakk’a ulaşmayı dileyenler / Gece ve gündüz dinmeyip / Canı ile söyler Hu zikrini.” 
Abdulkâdir Geylâni Hz: “Hak dostları haberin bizzat kaynağında bulunmuşlar, Rab’lerine ulaşmışlardır.” 
Mevlanâ Celaleddin Rûmî Hz: “Ey ellerini kaldırıp dua eden kişi, istemek gücünü, dilek için kaldırdığın eli sana kim verdi? Kendi muradından vazgeç de O'nu iste! Muradın yalnız O olsun.” 
Necmettin Kübra Hz: “Hicret kişinin beden memleketinden ayrılıp ruhların vatanına göçmesidir. Ermiş zat vuslatı gerçekleştirmiş kâmil insandır.” 
İmam Rabbanî Hz: “Ruhun aslî makamına yükselmesi, ölmeden evvel elde edilen ölümle mümkündür ki, hayattayken ruhunu bu mertebeye yükseltenlere ne devlet!” 
Aziz Mahmud Hüdaî Hz: “Şeriat mertebesinde bulunan farz ve vaciblerden maksat, Allahû Tealâ’ya vuslattır.”  
Pir Sultan Abdal Hz: “Pir Sultan Abdal coşmayan/Aşk küresinde pişmeyen/İlkin Hakk’a ulaşmayan/Sonradan yete mi dersin?” 
Said-i Nursî Hz: "Fâniyim, fâni olanı istemem. Acizim, aciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân'a teslim eyledim, gayr istemem”  
Herşey Allah’a ulaşmayı dilemekle başlar. Sonra kişiyi bir mürşid ihtiyacı kuşatır. Hacet namazını kılıp mürşidini Allah'tan ister. Allah ona mutlaka mürşidini gösterir. Yeter ki kişi buna lâyık olsun; yani kişi kalpten talep ediyor olsun. Bu noktadaki seçim, insanların kalplerinin temizliği-kirliliği değildir. Başlangıçta herkesin kalbi kapkaranlıktır, %100 afetlerle doludur. Allahû Tealâ Bakara-257’de, Allah’a ulaşmayı dileyenlerin dostu olduğunu ve onları zulmetten nura çıkaracağını ifade ediyor: “Allah, âmenû olanların (Allah'a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır…”  

Zulmetten nura çıkış, nefsin afetlerinin tezkiye ve tasfiyesini ifade eder. Nefs tezkiyesi mürşide tâbiiyetle başlar. Ve nefs tezkiyesine paralel olarak ruh 7 gök katını aşar, Allah’ın Zat’ına ulaşıp O’nda yok olur. Kişi ermiş evliya olur. Burada yükselme kademeleri biter, yücelme kademeleri başlar. Kişi zikrine paralel olarak; Fenâfillah, Bekâbillah, Zühd, Muhsinler, Ululelbâb, İhlâs ve Salâh makamlarını aşarak, vechini, nefsini ve iradesini de Allah’a teslim eder, salihlerden olur. 

Şimdi düşünün; sadece bir tek dilekle Allah sizi sonsuz bir dünya ve cennet mutluluğu ile mükâfatlandırıyor. Daha büyük dost olabilir mi? Siz sadece Allah'a ulaşmayı dileyeceksiniz. Geri kalanı O Büyük Dost yapacak. Daha kolay bir şey olabilir mi? Hepinizin iki cihan saadetine ulaşmanızı Efendimizin himmetiyle Yüce Rabbimizden diliyoruz. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden… 

DR. ABDULCABBAR BORAN 
www.ibrahimlive.com

NEFSİN HIRS AFETİ

   DR. ABDULCABBAR BORAN 

Sevgili kardeşlerim, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’ın bir güzelliğini yaşamak üzere bir aradayız. 

Hırs, kişiyi sahip olması lâzım gelenin çok daha ötesini kazanmak için zorlayan bir nefs afetidir. Bu, avuç avuç tuzlu deniz suyu içerek susuzluğu gidermeye benzer, içtikçe susuzluk artar. Başlangıçta bütün insanlar nefsin taleplerine dayalı olarak dünya hayatını yaşarlar ve kim nefsine en çok tâbîyse onlar en hırslı olanlardır. 

BAKARA-96: Ve onları, hayata karşı insanların en hırslısı bulursun. Ve (hatta) o şirk koşanlardan herbiri şâyet bin sene ömürlendirilse, (yaşamayı) ister. Onun ömrünün uzatılması, onu azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah yaptıklarınızı en iyi görendir. 

Bu insanlar dünya hayatıyla mutmain olmak isterler ama ahiret için bir yakınlığa girmezler, Allah’a ulaşmayı dilemezler (Yûnus-7,8). Hırs afetinin nasıl sonuçlar doğurduğunu Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in dönemine giderek gözlemleyelim: 

Bir gün Salebe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e: “Ey Allah’ın Resûl’ü! Herkes zengin, benim hiçbir şeyim yok. Bana dua eder misin? Allah bana da sürüler versin.” dedi. Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Şükrü ödenen az mal, şükrünü ödeyemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” buyurdu. Bir süre sonra tekrar huzura geldi: “Ya Resûlullah! Allah'a yemin ederim ki; bana servet verirse Sahibine mutlaka hakkını veririm.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (S.A.V) dua etti. Salebe az zamanda sürü sahibi oldu, Medine'ye sığmayınca vadiye indi ve Cuma namazını, cemaati terk etmeye başladı. Resûlullah (S.A.V) bunu öğrenince: “Vay Salebe’ye!” buyurdular.  

Peygamber Efendimiz (S.A.V), zekât toplanması için iki kişiyi memur tayin etti. Herkes zekâtını teslim etti. Salebe: “Siz şimdi gidin de ben bir düşüneyim.” dedi. Ancak kendisi hakkında âyet (Tevbe-77) nazil olduğunu duyunca zekâtını vermek istedi. Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Allahû Tealâ beni senin zekâtını kabul etmekten men etti.” buyurdu. Salebe çok ağladı. Dört halife zamanında da zekâtı kabul edilmedi. Bütün serveti adım adım Allahû Tealâ tarafından elinden alındı ve fakr-u zaruret içinde öldü.  

Hırs afetini sadece mal açısından değerlendirmemeliyiz. Bize verilen sorumluluk kapsamında başkalarını kendi kararlarımıza göre yönlendirmek, mecbur bırakmak gibi davranışlar sergiliyorsak hükmetme hırsı devrededir. Allahû Tealâ’nın Allah yolunda olan insanlarda en çok görmek istemediği şey, üstünlük hırsıdır. Her vazifede Allah'ın aradığı şey, birbirinizi sevmeniz, ruhunuzda bulunan tevazu hasletini yaşamanızdır.  

Peki, bir insanın doyuma ulaştığı, Allah'ın kendisine verdiği malı, parayı, herşeyi yeterli bulduğu bir yer var mıdır? Elbette; Nefs-i Mutmainne kademesi. Kalbin mutmain olması, nefs tezkiyesi ile gerçekleşir. Tezkiye, kin, nefret, öfke, hırs gibi afetlerden kalbin arınmasıdır. Nefs tezkiyesinin olmazsa olmaz şartı, Allah'a ulaşmayı dilemektir. Bir dilek sevgili kardeşlerim; Allah’a ulaşmayı dileyip mürşidinize tâbî olduktan sonra felâha imzanızı attınız.  

91/ŞEMS-9: Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir. 

Allah’a ulaşmayı dileyen kişi, Allah’ın Rahîm esmasıyla tecellisine muhatap olur:  

12/YÛSUF-53: “Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç…” 

Temize çıkan, tezkiye edilmiş nefstir. Allah Rahîm esmasıyla tecelliye başlar, ihsanlarını ardarda sıralar, sizi 12 ihsanla mürşidinize ulaştırır ve tezkiye için gerekli 7 kalp şartının sahibi kılar. Kalbinizin içine imanı yazar. Kimin kalbine iman yazılmışsa o, ıslah edici amellere (nefs tezkiyesine) başlar: 

40/MU'MİN-40: “...Kadınlardan veya erkeklerden kim amilüssalihat (nefsi ıslâh edici ameller, nefs tezkiyesi) yaparsa işte onlar, (îmânı artan) mü’minlerdir. Onlar, cennete konulacak ve hesapsız rızıklandırılacaktır.”  

Nefs tezkiyesi, Allah isminin tekrarıyla yapılır. Zikir, kalplerin mutmain olması, doyuma ulaşması için tek yoldur. Bir gün nefsinizde öfke afeti, kin afeti, hırs afeti kalmadığında bütün davranışlarınız hayır davranışı olacak ve siz başkalarına yalnız sevgi ulaştıran mutlu biri olacaksınız. Allah insanları mutluluğa ulaştırmak için her zaman hazırdır. Yeter ki Allahû Tealâ’yı Rab mevkiine oturtun ve O’ndan yardım istesin. O, Allah’tır; bizim sahibimizdir ve her zaman Kendisine müracaatımızı ister. “Acaba bu kulum bir gün Bana ulaşmayı diler mi?” diye hep kalbinize bakar. Dilediniz; artık mutluluğunuz O’nun garantisindedir.  

Hepinizin sevgiyle donanarak hem cennet saadetini hem dünya saadetini bütün boyutlarıyla yaşamanızı Efendimizin himmetiyle Yüce Rabbimizden diliyoruz. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden. 

DR. ABDULCABBAR BORAN 
www.ibrahimlive.com

ÖFKENİ YUT, SEVGİYİ TUT

   DR. ABDULCABBAR BORAN 

Karşınızdaki insanın dostluk potansiyelini arayın. Onu, etrafındakilere mutluluk veren bir davranış biçimi içine nasıl sokabilirsiniz, yani NASIL ONDAN YANA OLABİLİRSİNİZ? İşte mesele burada saklı.  

Öfkeyi Yükselten Faktörler 

Sevgili kardeşlerim, nefsin 19 afetinden bir tanesi öfkedir. Öfke, karşı öfkeyle beslenir.  

1. Birisi size karşı hata işleyince öfke afeti ona haddini bildirmek üzere derhal harekete geçer.  

2. Nefsiniz şiddetle sizden; daha fazla hakaretle ona hakaret etmenizi, olmazsa bir tane yumruk atmanızı, zarar vermenizi, o hakaretin sizde vücuda getirdiği etkiyi yok etmek için intikam almanızı ister. Bu isteği oluşturan şeytandır. İç sesinizi taklit ederek, kendi düşüncelerinizin kılığına girerek bunu size ulaştırır. 

3. Karşınızdaki insan size karşı öfkeli ve hakaret etmiş, bekliyor; siz de ona hakaret edesiniz de o size daha fazla saldırsın diye. Bunu yaparsanız kavganın yeni boyutlar alması için zemin hazırlarsınız. Böylece öfke artar, gayz devreye girer. Gayz, şiddetli, taşmış bir öfkedir; insanı karşısındakine zarar verecek bir davranış biçimine iter. Taraflar birbirini yaralamaya, öldürmeye kadar gider. Netice: Biri mezara biri hapse… 

4. Tüm bunların ardından şeytan size der ki: “Oh olsun. O sana hakaret etti, sen de onun ağzının payını verdin. İşte intikamını böyle alacaksın.” Ama arkasından Allah’ın söyledikleri devreye girince içinizi bir huzursuzluk kaplar. Ve kalıcı olan ikincisidir.  

Öfkenin Önüne Nasıl Geçilir? 

1. Birisi size hakaret etti. Madde-1: Hemen “Allah, Allah, Allah” diye içinizden zikretmeye başlayın. Zikir, nefsinizin kalbinde oluşan bütün tortuyu alıp götürecektir.  

2. Sonra o kişiden, onun hiç beklemediği bir davranışla af dileyin. Kabahatli olmamanıza rağmen kendinizi kabahatli kabul edip af dileyebilirsiniz: “Hata bende, senden Allah’ın huzurunda af diliyorum, beni bağışla.” Şeytan size, bu davranışın küçültücü olduğunu söyleyecektir. Realite bunun tam tersidir. Af dilediğinizde şeytanın tesirini sıfırlarsınız. Cenklerin en büyüğünü sarf etmiş olursunuz. Normal standardın ötesinde bir irade sahibi olduğunuzu evvelâ kendinize ispat edersiniz.  

3. Karşınızdaki kişi size hakaret ederek şer işledi. Siz susmayı, af dilemeyi başardınız ve hayra ulaştınız. Zannetmeyin ki arkasından huzursuzluk duyarsınız, hayır. Evvelâ şeytan gelip size çatar: “Bak, el âlem sana herkesin içinde hakaret ediyor, senin hiç izzeti nefsin yok mu? Susuyorsun, üstelik bir de özür diliyorsun. Bu aptalca bir davranış.” Ama şeytanın birkaç dakika süren salvosu (top ateşi) bittikten sonra içinizi bir ferahlığın, huzurun kapladığını duyacaksınız. İşte o, yapılması lâzım geleni yaptığınızın kesin işaretidir. Ve bu kalıcıdır. Bu huzur hep içinizde devam eder.  

4. Bunu başardığınızda kavgayı bitirirsiniz. Ve karşınızdaki kişinin gözünde küçülmezsiniz, büyürsünüz. “Ben bu asil davranışta bulunabilir miyim?” diye kendini ölçecektir. Sizin farklı bir kişiliğiniz olduğunu fark edecektir. Birkaç dakika sonra onun da sizden af dilediğini göreceksiniz. Bu, sulha atılan ilk adımdır, sizin tarafınızdan atılması lâzımdır. Neden? Çünkü siz çevrenize Kur’ân-ı Kerim’in örneği olacaksınız.  

“Öfkelerini yutanlar var ya, onları çok seviyorum.” 

Sevgili kardeşlerim, Allah’ın dediklerine dikkat edin: “Öfkelerini yutanlar var ya, onları çok seviyorum.” diyor (Âli İmrân-134). Hz. Ali’yi hatırlayalım. Savaşta rakibini yatırmış, tam kılıcı indirecek; adam Hz. Ali’nin yüzüne okkalı bir tükürük yapıştırıyor. Hz. Ali: “Kalk!” diyor, “Seni öldürmekten vazgeçtim.” Adam diyor ki: “Ben sana her kötülüğü yaptım, bir de herkesin önünde yüzüne tükürdüm.” Hz. Ali diyor ki: “İşte onun için seni öldüremem. Çünkü seni öldürürsem nefsime tâbî olarak öldürmüş olurum. Buna dayanamam.”  

O sahâbe ki, nefslerinde öfkeye, kine, düşmanlığa ait her şey yok olmuş, yerini sevginin o muhteşem nuru doldurmuştu. Onlar cahiliye devrinde kan davası güttüler, birbirlerini öldürdüler, kız çocuklarını diri diri toprağa gömdüler. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olduktan sonra adım adım değiştiler, kâinatın örnek insanları oldular. Allahû Tealâ sahâbe hakkında diyor ki: “İşte siz (mü’minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz.” ÂLİ İMRÂN-119 

Sevgili kardeşlerim, sahâbenin ümmetin en hayırlıları olmasının arkasında kitabın tamamına iman etmeleri yani Kur’ân-ı Kerim’deki 7 safha 4 teslimi yaşamaları var: Bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilediler. Bütün sahâbe, kâinatın en büyük mürşidi Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî oldular. Bütün sahâbe nefs tezkiyesi ve tasfiyesi ile ruhlarını, fizik vücutlarını, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ettiler.  

Bizler de Allah’a ulaşmayı diler, sahâbe gibi Kur’ân’daki İslâm’ı yaşarsak hayırlarda yarışan örnek insanlar olabiliriz. Bu bir ilahi sorumluluktur. Öyleyse öfkenizi yutanlardan, Allah’ın sevdiklerinden olmak istiyor musunuz? En başta yapmanız gereken şey; sahâbe gibi kalpten Allah’a ulaşmayı dilemektir, kalpten Allah’a ulaşmayı dilemektir, kalpten Allah’a ulaşmayı dilemektir. Allah hepinizden razı olsun. Sizleri çok ama çok seviyoruz, kalbimizden. 

DR. ABDULCABBAR BORAN 
www.ibrahimlive.com

Copyright © 2025 acboran. All rights reserved.