Kadir Gecesinin önemi nedir?
Kadir Gecesi Allah'ın indinde müstesna bir zamanı ifade etmektedir. Allah'ın indinde mekânlar aynı değil, zamanlar da aynı değil. Allah’ın farklı kıldığı kutsal mekânlar vardır. Allah’ın farklı kıldığı kutsal zamanlar
vardır. Kutsal mekânlardan bahsetmek gerekirse, bir Mescid-i Haram, bir Mescid-i Aksa, bir Mescid-i Nebevî yeryüzündeki herhangi bir yeryüzü parçası gibi değillerdir. Tıpkı haftanın 7 gününde Cuma’nın diğer günlerden farklı
bir yeri olduğu gibi. Cuma müstesna bir gündür. Kandil günleri yine müstesna zaman parçalarını ifade etmektedir. Kadir Gecesi de tıpkı bunun gibi müstesna bir gecedir. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerîm’de bu gece adına bir sure
indirmiştir.97/KADR (KADİR)-1: İnnâ enzelnâhu fî leyletil kadr(kadri). Muhakkak ki Biz, O’nu (Kur’ân’ı) Kadir Gecesi’nde Biz indirdik.
97/KADR (KADİR)-2: Ve mâ edrâke mâ leyletul kadr(kadri). Ve Kadir Gece’sinin ne olduğunu sana bildiren nedir?
97/KADR (KADİR)-3: Leyletul kadri hayrun min elfi şehr(şehrin). Kadir
Gecesi bin aydan daha hayırlıdır.
97/KADR (KADİR)-4: Tenezzelul melâiketu ver rûhu fîhâ bi izni rabbihim, min kulli emrin. Melekler ve ruh, onda (o gecede) Rab’lerinin
izniyle herbir emir için inerler.
97/KADR (KADİR)-5: Selâmun hiye hattâ matlaıl fecr(fecri). O (gece), fecrin doğuşuna kadar selâmdır (selâmettir). İnnâ; Şüphesiz ki Biz. Enzelnâhu; O’nu
inzal ettik, indirdik. Fî leyletil kadr; Kadir Gecesinde onu indirdik.
İndirilen Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm Kadir Gecesi’nde indirilmiştir. Aslında Beraat Gecesi’nde Allahû Tealâ’nın
yeryüzü semasına indirdiği ve oradan da Cebrail (A.S) vasıtasıyla Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in kalbine âyet ve âyet nakşedildiğini biliyoruz.
O gece ki Allahû Tealâ onun için, “1000
aydan daha hayırlı bir gecedir” buyuruyor. Ortalama insan ömrüne baktığımız zaman neredeyse bir insanın bütün ömrüne eşdeğer bir zaman dilimini ifade ediyor. O geceyi ihya edenler bu kadar sevaba nail oluyorlar. Allahû
Tealâ 365 geceden bir tanesinin Kadir Gecesi olduğunu, bu gecenin, 11 ayın sultanı Ramazanda ve Nebîler Sultanı Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz Ramazan’ın da son 10 gününün tekli gecelerinde aranmasını emir buyurmuştur.
Öyleyse bu müstesna geceyi herkes aslında en üst seviyedeki ibadetle geçirmelidir. Gece boyunca tövbe namazları kılmalıdır. Allah’tan mağfiret talep etmelidir. Ama en önemlisi, mümkün olduğunca uyanık ve zikirle geçirmelidir.
Bu gecede sadece bu geceye mahsus olmak üzre Divan-ı Salihîn yeryüzüne iniyorlar.
Eğer ruh fizik bedenden ayrılır da üstümüzde yaratılan 7 tane gök katını birbirine bağlayan Tarîki Mustakîm üzerinden seyr-i sülûku
yaşar, 7. gök katına ulaşırsa, 7. gök katının 5. âlemi olan Divan-ı Salihîne ulaşacaktır.
7. gök katı 7 âlemden oluşuyor.
1. âlem; Kader Hücreleri
2. âlem; Ümmül Kitap
3. âlem; Kudret Denizi
4. âlem; Makamı Mahmut
5. âlem; Divan-ı Salihîn
6. âlem; zikir hücereleri
7. âlem; İndi İlâhi.
Divan-ı
Salihîn bu 7 âlemden beşincisini teşkil ediyor. Sadece Kadir Gecesi’ne mahsus olmak üzere Divan-ı Salihîn üyeleri yılda bir kez yeryüzüne inerler. Eğer kalp gözü açık olan irfanın sahibi bir kişiye Allahû Tealâ orayı gösterirse,
sadece bir geceye mahsus olmak üzere orasının boş olduğunu o kişi görecektir. Çünkü oranın bütün üyeleri yeryüzüne inmiştir ve o gece boyunca yeryüzü selâmettedir.
7. gök katında 7 tane âlemi özellikleri
itibariyle vermek gerekirse; ilk âlem kader hücreleridir. Herkese ait olan bir kader, bal peteği şeklindeki kader hücreleri 24 saatlik zaman dilimlerini ihtiva ediyor. Oraya çıkan kişi geçmişi tamamen bir duvarla örtülü
geleceğe doğru bir geçiş izni söz konusu ve kendi kaderi üzerinden sonsuza kadar bir yolculuk yapıyor Allahû Tealâ’nın zatına ulaşana kadar.
İkinci âlem Ümmül Kitap’tır. Bu kitap, bugüne kadar tüm
kutsal kitapların muhtevasında yer aldığı bir kitaptır. Tevrat’da İncil’de Zebur’da Kur’ân-ı Kerîm’de Ümmül Kitab’ın içerisinde, hatta Ümmül Kitab’ın her devirde bir sayfası açıktır. Gören Allah dostları var.
Üçüncü âlem Kudret Denizi’dir. Dördüncü âlem Makam-ı Mahmud’dur. Makam-ı Mahmud, özellikleri itibariyle devrin imamlarının Allah'a ulaşan kullara hilat giydirildiği bir yerdir.
Hazreti Muhammed Mustafa
(S.A.V) Efendimiz ve sahâbesinin bulunduğu ve tüm devrin imamlarının manevî evliliklerinin orada yapıldığı bir salon söz konusudur.
Beşinci âlem, Divan-ı Sâlihin’dir. İşte bahsettiğimiz Kadir Gecesi’nde Divan-ı Sâlihin üyelerinin tümü yer yüzüne inerler. Allahû Tealâ, kalp gözü açık olan kullarından dilediklerine burayı gösterir.
Altıncı
âlem zikir hücreleridir. Yedinci âlem İnd-i İlahi’dir.Kadir Gecesi’ne ulaşan herkes, misal olarak sabaha kadar ibadeti yerine getirirse aynı derecatı alabilir mi?
Aslında derecatın alınması ile kişinin
kalbindeki nur birbirine paraleldir. Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz: “Benim sahâbemin bir hurma sadaka Allah yolunda vermesiyle diğer insanların belki Uhud Dağı kadar altın vermesinden çok daha efdaldir.“ diyor.
Neden bu şekilde söylüyor?
Çünkü sahâbe 7 safha ve 4 teslimi yaşayan bir standarttaydı. İrade tesliminde, kalpleri tamamen, 19 kademede müzeyyen olmuştu.
Kalpleri 19 kademede müzeyyen olan
kişilerin özelliği nedir kalp açısından?
Allah tarafından 19 kademe müzeyyen olan kişilerin özelliği Allah tarafından irşada memur ve mezun kılınmış olmalardır. Ama diğer bir kişinin kalbi henüz karanlıklar
içerisindeyse ve diyelim ki Uhud Dağı kadar altın veriyorsa o zaman niyet farklı kalpte teşekkül edeceği için o amelden kazanacaği derecat da çok farklı olacaktır. Burada derecatın en üst seviyede tezahür etmesinin asıl
faktörü ihlâstır. Yani kalbin tamamen katışıklardan arınmış olması halidir.
Yani Kadir Gecesi’ni, hem en güzel şekilde idrak edebilmek hem daha fazla derece alabilmek açısından yapmamız gereken en
önemli şey Allah’a ulaşmayı dilemiş olmaktır ve bu geceyi zikirle geçirmektir.
Aynı zamanda o Kadir Gecesi’ne giden zaman parçalarını da zikirle geçirmek gerekir. Yani kişinin bir süreç ile bu geceye en güzel şekilde
hazırlanması lâzım.
Öncelikle kişi kalben kişi Allah'a ulaşmayı dileyecek. Allahû Tealâ onu Kendisine ulaştıracak. Ermiş evliya olduktan sonra velâyet kademelerinde İradesini teslim eden insan için
her gece Kadir Gecesi, her gündüz bayram hüviyetindedir.
Dolayısıyla Allah’ın indinde müstesna geceler, müstesna zaman parçaları vardır. Dilediği mekânları kutsal kılan, dilediği zaman parçalarını
kutsal kılan Allahû Tealâ, zaman ve mekânı insanlar için yaratmıştır. Öyleyse o kutsal mekânlar, o kutsal zamanlar insanlar için olduğuna göre, insanlar içinde kutsal insanlar da vardır. Onlardan bir tanesi her devirde
devrin imamıdır.Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bunun için hadîs-i şerifinde şöyle buyuruyor: “Size ruh verenler gelecek. Onları arayın bulun. Kim zamanın imamına arif olmazsa o cahiliye standartlarındadır.”
Nitekim Divan-ı Salihîn içerisinde devrin imamı da vardır, o da Kadir Gecesi’nde yeryüzüne iner. Çünkü Kadr Suresinde: “Tenezzelul melâiketu ver rûhu” şeklinde ifade edilmiştir. Yani ruh ve melekler o gün
yeryüzüne inerler.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) dahil olmak üzere Divan-ı Salihîn üyelerinin hepsi, orada bulunan bütün melekler Kadir Gecesi’nde yeryüzüne inerler. Ve mağfiret talebinde bulunan herkes
için onlarla birlikte Allah’tan mağfiret talebinde bulunurlar o gece boyunca. Yeryüzü o gece selâmette olur.
Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’den sonra her devirde onun vârisi olan devrin
imamı yine var. Vazifelidir ve yine o yaşayan mağfiret talebinde bulunan tüm insanlara mağfiret talebinde bulunuyor.
Mağfiret günahların örtülmesi değil, günahların silinmesi değil, günahların sevaba çevrilmesidir.
Öyleyse mağfirete mazhar olabilmek için Allahû Tealâ’nın bizim için tayin ettiği mürşidin önünde Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesinde zikredildiği gibi tövbe etmek lâzımdır.25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile
amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel
(nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).Resûlullah (S.A.V) Efendimiz:
“Onları arayın bulun.” ifadesiyle, “her devirde vazifeli olan, hayatta olan devrin imamını arayıp bulmak demek, Allah'ın hacet namazıyla mürşidi arayıp bulmak ve ona ihsanla olmaktır” buyurmaktadır. Çünkü kim devrin imamına
arif olursa o tamamen cahiliye standartlarından kurtulur. O mağfiret edilmiş bir kişi olur. Onun o güne kadar işlemiş olduğu bütün günahları Allahû Tealâ sevaba çevirir. Ve üst seviyede bir derecatın sahibi olur.
Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifinde şöyle buyuruyor: “Sizler günah işlemeseydiniz (melek olsaydınız) Allah sizi yok eder, günah işleyen (nefs sahibi) ama tövbe-i istiğfarda bulunan (nefsini tezkiye
eden) bir toplum yaratırdı.” Buradan murad, günah işlemeyenlerin günaha teşviki değil, kişinin mürşid önünde tövbeye yönelmesidir.
Melekler günah işlemeyen varlıklardır. Ama Allah katında insanı
tüm mahlukattan daha kıymetli kılan olay, günah işlememesinden ziyade, günah işleyip de ondan sonra tövbe-i istiğfarda bulunmasıdır. Nitekim “Beşer, şaşar” herkes hata yapabilir. Hata yapanların en hayırlısı mürşid önünde
tövbe edenlerdir.
Burada her ne kadar günah işlemiş olsada kişinin yapacağı tövbe, kendi kendine tövbe etmesinden ziyade, önce Allah'a ulaşmayı dileyerek daha sonra mürşide tâbiiyetle yapacağı tövbedir.
Aslolan mürşidin önünde yapılan tövbedir. Çünkü Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesinde, Nisa Suresinin 64. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ hangi tövbenin garanti kabul edileceğini açıklamış. Burada yapılacak
olan tâbiiyet, ihsanla tâbiiyet olmalıdır. İhsanla her kim Allah'ın kendisi için tayin ettiği mürşide tâbî oluyorsa mutlaka Allah onun tövbesini kabul ediyor. Nisâ Suresinin 64. âyet-i kerimesi bunu dile getiriyor.25/FURKÂN-70:
İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata
(sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).4/NİSÂ-64: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ li yutâa bi iznillâh(iznillâhi), ve lev ennehum iz zalemû enfusehum câûke
festagferûllâhe vestagfere lehumur resûlu le vecedûllâhe tevvâben rahîmâ(rahîmen).
Ve Biz, (hiç) bir resûlü, Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilmesinden başka birşey için göndermedik. Ve onlar
nefslerine zulmettikleri zaman, eğer sana gelselerdi, böylece Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Resûl de onlar için mağfiret dileseydi, mutlaka Allah’ı, (iki tarafın da) tövbelerini (onların tövbesini ve Resûl’ün mağfiret
talebini) kabul eden ve rahmet edici olarak bulurlardı.Öyleyse ihsanla mürşidine tâbî olan kişinin, tövbe ettiği an tövbesinin kesinlikle kabul edileceğine îmân etmesi gerekir. Eğer bu tâbiiyet ihsanla gerçekleşmiyorsa
Allah katında o tövbenin neticesinde günahlar sevaba çevrilmez. Günahların sevaba çevrilebilmesi için mutlaka o kişinin Allahû Tealâ’dan mağfiret talebinde bulunması lâzım. Onunla birlikte devrin imamının da onun için Allah’tan
mağfiret talebinde bulunması lâzımdır. Devrin imamıyla tövbe eden kişi arasında bu olay şefaattir. Şefaat bu dünya hayatında, işte bu şekilde gerçekleşen bir vetiredir.
Hepinizin Allah’a ulaşmayı dileyerek, Allah’ın tayin ettiği mürşide tâbî olarak dünya ve ahiret saadetine ulaşmanızı Efendimizin himmetiyle Yüce Rabbimiz’den niyaz ederek yazımızı burada noktalıyoruz inşallah.
Allah
razı olsun
Fenâ kademesinde kişi zikrini artırır ve ruhu Allah’ın Zat’ında ifna olur. Ama zikir artışıyla birlikte kalbindeki fazılların miktarı %10 daha artar, bu artışla %61’e yükselir.
8/NEBE-39: Zâlikel yevmul hakk(hakku), fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).
İşte o gün (mürşidin eli Hakk’a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah’a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm’i) yol ittihaz eder. (Allah’a
ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.Fenâ kademesindeki fenafillâh “Allah’ta yok olmak” demektir. İfna olmak, yok olmak.Beka kademesine geldiğimiz zaman Allahû Tealâ En’âm Suresinde şöyle zikrediyor:
6/EN'ÂM-126: Ve hâzâ sırâtu rabbike mustekîm(mustekîmen), kad fassalnâl âyâti li kavmin yezzekkerûn(yezzekkerûne).
Ve bu, senin Rabbine istikametlenmiş (yönlendirilmiş) yoldur.
(Allah’a götüren yoldur). Tezekkür eden bir kavim için âyetleri ayrı ayrı açıkladık.
6/EN'ÂM-127: Lehum dârus selâmi inde rabbihim ve huve veliyyuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Rab’lerinin katında onlar için selâm yurdu (teslim yurdu)
vardır. Yapmış olduklarından dolayı, O (Allah), onların dostudur.Âyet-i kerimedeki teslim yurdu Allahû Tealâ’nın Beka’da o kişiye ihsan ettiği bir altın tahttır. Huzur namazında, sol taraftan bakıldığı zaman 4 metre yükseklikte
boşlukta duran altından yapılan tahtlar vardır. Beka’ya ulaşan herkese Allahû Tealâ böyle bir altından taht ihsan etmiştir. Adı Kur’ân-ı Kerim’de “erâik” veya “sürûr” diye geçen altın tahtlar ki bu Beka’ya ulaşan kişilere
Allah’ın mükâfatıdır. Ama kişinin Beka’ya ulaşabilmesi zikrini artırmasına bağlıdır. Beka’da kişinin kalbindeki nur %71’e ulaşır. Daha sonraki Zühd kademesine geldiği zaman kişinin zikrini yine artırması lâzımdır. Bu Zühd
kademesinde kalbindeki nur miktarı %10 daha arttığı için %81’e ulaşır. O kişi artık Allah’a karşı rağbetkar, ama dünyaya karşı zahittir.
Kur’ân-ı Kerim’de Yûsuf Suresinde negatif zühd ifade edilmiştir.
12/YÛSUF-20: Ve şerevhu bi semenin bahsin derâhime ma’dûdeh(ma’dûdetin), ve kânû fîhi minez zâhidîn(zâhidîne).
Ve onu (Yusuf’u), az bir fiyatla, birkaç dirheme sattılar.
Çünkü; ona karşı zahidlerden idiler. Negatif zühd; kişinin dünyaya tamahının olması, dünyaya karşı sevgi beslemesini ifade eder, kişi Allah’ın zikrine değer vermez.Negatif zühd böyle olmasına karşılık pozitif zühd Allah’ın
zikrine değer veren, dünya hayatını değersiz bulan bir hali ifade eder.- Kişinin kalbindeki %81’lik aydınlanma ile, kişinin nefsinin afetlerinde de bir azalma söz konusu olur mu, oranı nedir?- Elbette, zaten kalbindeki
fazılların artışı demek karanlıkların ve afetlerin azalması demektir. Afetlerin şiddeti azalır. Afetler sayısal olarak gene aynı kalır fakat şiddeti azalır. Oran olarak %81 nur ve %19 karanlık kalır. Kişi %81 zahiddir.
Zahidliğin gerektirdiği zikir miktarı 12 saat ve daha fazlasını zikirle geçirmeyi ifade eder. Bu çok zikir demektir.Allahû Tealâ Ahzâb Suresinde şöyle buyuruyor:33/AHZÂB-41: Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).
Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin.Çok zikir; günün yarısından daha fazlasını zikirle geçirmek demektir ki bu da kişiyi zahid kılar. 24 saatlik zaman dilimi içerisinde
kişi 12 saatten daha fazlasını zikirle geçiriyorsa o kişi zahitlerdendir.Belki birçok kişi bunu yanlış idrak edebilir. İnsanlar: “İşim gücüm yok ben hep Allah’ı mı zikredeceğim.” diyebilirler. Hemen şunu ifade edelim: “Zikir
kalbin ritmik atışına paralel içimizden Allah kelimesinin tekrarıdır.” Dolayısıyla bu işi yaptığımız zaman başka bir aktiviteye engel değildir. Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ: “Yan üstü yatarken beni zikredin” diyor. Yan
üstü yatıp uyurken hiç kimse hiçbir işi yapamaz. Ama Allahû Tealâ bir dünya işi yapamadığınız uyku esnasında Beni zikredin diyor.Öyleyse şunu anlıyoruz. Dünya işinin hangi çeşidi olursa olsun, o iş zikirle yapılabilir.-
Zikrin önünde hiçbir engel yoktur. Çünkü uykudayken hiçkimse dünya işi yapamaz. Ama Allahû Tealâ: “uykuda Beni zikredin.” buyuruyor.- Uykudayken zikir nasıl gerçekleşir?
- Kişi yüzü kıbleye dönük sağ taraf üzerine yatarak başını yastığın üzerinde ileri geri hareket ettirirse kalbinin basıncı sebebiyle ritmik atışlarını duyar ve iç sesiyle o ritmik atışa paralel “Allah” kelimesini
tekrar eder. Böylece zikirle uykuya geçtiği an birgün zikirle kalkarsa bunun manası bütün gece ibadet yapmış gibi zikirle geceyi geçirmiştir.Peygamber Efendimiz (S.A.V) bunu söylüyor: “Benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz.”
Yine bir başka hadisinde: “Âlimin uykusu cahilin ibadetinden iyidir.” buyuruyor.
Hadiste, Âlimin uykusu ile cahilin ibadeti mukayese yapılıyor. O zaman âlimin de uykuda bir ibadet yapması gerekir.
Uykudayken yapılabilen tek ibadet zikirdir. Öyleyse âlimin uykudayken zikri, cahilin ibadetinden kesinlikle evlâdır, iyidir. Bu standart içerisinde Allahû Tealâ dünya çalışmasının hangi çeşidi olursa olsun o işi yaparken
zikirle yapmamızı istiyor. Ve Necm Suresinde şöyle buyuruyor:
53/NECM-39: Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ.
Ve insan için, çalışmasından başka bir
şey yoktur.Âyet-i kerime, zikirle yapılan çalışmayı ifade ediyor. Zikir ibadetlerin sultanı ve zikir en büyük ibadettir.
Zühd Makamından sonraki velâyet kademesi Muhsinler kademesidir, fizik vücudun
Allah’a teslimini ifade eder. Burada günde 18 saat zikir gerekir. Kalbindeki nur miktarı %91’dir. %91’lik nur artık o kişinin nefsin afetlerinin hiçbirisine tâbî olmamasını sağlar. Nefsin manevî kalbinde yine afetler vardır
ama bu afetlerin kalpteki tesir şiddeti %9’dur. Kalp %91 oranında aydınlanmıştır. Burada nefs, %9’luk karanlıklarla akla ulaşır ama %91’lik nurdan kaynaklanan talepler de akla ulaşır. Akıl %91’i tercih eder. Çünkü üst seviyede
bir şuurlanmaya sahiptir. Böyle olunca o zaman her olayda fizik vücudun kumandanı olan akıl, nefsin değil ruhun talebine uyar. Bunun manası; fizik vücut da artık Allah’ın emirlerine %100 itaat ediyor yasak ettiği hiçbir
fiili işlemiyor demektir. Bu, Muhsinler kademesini ifade eder. Muhsinler Kademesini Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinde açıklıyor.
3/ÂLİ
İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler) ve
onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.Yani muhsinler devamlı olarak Allah yolunda harcarlar. Ama infâk edebilmeleri için devamlı zikir yapmaları lâzımdır. Zikirsiz
bir infâk söz konusu değildir. Âyetin devamına baktığımız zaman onların öfkelerini yuttuğunu görüyoruz. Öfkenin kaynaklandığı saha %9 ama sekînnet hali %91’dir. Dolayısıyla devamlı olarak o kişi öfkesini yutan birisidir,
sekînet halini ister, diler.İnsanlardan kaynaklanan negatif talepler onlara zulüm olarak yansıdığı zaman sadece %9’una tesir edebilir. Bu noktada nefsin manevî kalbinin %91’lik kısmı artık nurdur ona tesir etmesi mümkün
değildir. Dolayısıyla bu açıdan insanların kendisine yapmış olduğu zulmü devamlı af ile karşılar. Bu dördüncü velâyet kademesiydir.Beşinci velâyet kademesi ise kişinin daimî zikre ulaştığı noktadır. Yani artık nefsinde
afetler yok, 19 tane fazilet var. Kişi sonsuz bir mutluluğu dünya saadetini yaşıyor.Zülcenahayn olmak iki kanatlı olmak bu noktada gerçekleşir. Yûnus Emre Hazretlerinin: “Ayak idik baş olduk, kuru idik yaş olduk, kanatlandık
kuş olduk, uçtuk elhamdülillâh.” demesinin sebebi budur.Daha sonra 6 kademede kişi ihlâsa ulaşır. Kişinin manevî kalbi 14 kademede müzeyyen olmuştur. Allah ona yerlerin hem de göklerin melekûtunu göstermiştir. Ve kısacası
kâinatın bütününü fizik ve fizik ötesi olarak görebilen kişidir.
Son bir şey daha kalır, Tövbe-i nasuhla tövbe eden kişiye son kademe olan Salâh’ın kapısı açılır. Salâh zaten Allah’ın koruması altındadır.
O kişi Salihlerden olur ve her Salih kul Allahû Tealâ’nın en üst kademede evliyasıdır.Allahû Tealâ böylece 7 tane velâyet kademesini Kur’ân-ı Kerim’de zikretmiştir.Allah razı olsun.
Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki bizleri bir defa daha bir gazete yazımızda biraraya getirdi. Allah’a ne kadar hamd ve şükretsek az sevgili kardeşlerim.
Biliyorsunuz Allahû Tealâ’nın
insanlardan istediği tek şey Allah’a dost olmak, Allah’ın sevgilisi olmak. Allahû Tealâ, bir tek dilekle kişiyi Allah’ın dostu kılıyor, Allah’ın velisi kılıyor.
28 basamaklık İslâm merdiveninin 21.
basamağında kişi Fenâ Makamındadır. Ruhu Allah’a ermiş velî, Allah dostu peş peşe 7 tane velâyet makamını geçer.
1- Fenâ Makamı
2- Beka Makamı
3- Zühd Makamı
4- Muhsinler Makamı
5- Ulûl’elbab Makamı
6- İhlâs Makamı
7- Salah Makamı.
Fenâ, Allah’ın Zatında yok olmak fani olmak, anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle Allah’ın bize üfürdüğü ruhun Allah’a Zatına ulaşması,
meab olması, sığınağa sığınması anlamına gelmektedir. Allah'ın zatında ruhu ifna olan kişinin Kur’ân’daki adı evvabtır. Kişi, Allah’ın kendisine üfürdüğü ruhu Allah’ın Zatına ulaştırmıştır ve ermiş evliya olmuştur.
Kişi Allah’a ulaşmayı dilediği noktada Allah'a velîsidir, dostudur, fakat henüz ermiş evliya olmamıştır. Nefs tezkiyesiyle kalbi %51 nurlanan kişinin ruhu Allah’a ulaşır böylece ermiş evliya olur.Allahû Tealâ Bakara
Suresi 257. âyet-i kerimesinde, nefs tezkiyesiyle zulmetten nura çıkardığı kişiyi şöyle açıklıyor:2/BAKARA-257: Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu
yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye
dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.Fizik vücudunu Allah'a teslim etmek istiyen velî, zikrini günbegün artıracaktır.
Zikir artışlarının neticesinde %61 oranında kalbi nurlanır. Beka Kademesinde %10’luk bir fazl artışıyla kişinin kalbindeki nur miktarı %71'e ulaşır ve Allahû Tealâ kişiye bir taht ihsan eder.
Allahû Tealâ En’âm
Suresi 127. âyet-i kerimesinde bu durumu şöyle açıklıyor:
6/EN'ÂM-127: Lehum dârus selâmi inde rabbihim ve huve veliyyuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Rab’lerinin
katında onlar için selâm yurdu (teslim yurdu) vardır. Yapmış olduklarından dolayı, O (Allah), onların dostudur.Kişi zikrini artırdığı takdirde, Zühd Kademesinde %10’luk aydınlanma ile kalbi %’81 aydınlanır. Zahit olmak
bir lokma bir hırkayla yaşamak demek değildir. Zahit olan kişi günde 12 saat ve daha fazlasını zikirle geçirir, dünyaya rağbet etmez, Allah’ın cemalini görmek için devamlı zikrini artırmak gayreti içindedir.
Daha sonra zikir artışıyla, Muhsinler Makamında kişinin kalbi %’91 nurlanır. Kalbi %’91 nurlanan kişi Allahû Tealâ’nın bütün emirlerine ve yasaklarına harfiyen riayet eder. Nefsin manevî kalbinde %9 karanlık vardır,
bu karanlıklar artık aklı ikna edecek seviyede değildir. Şeytanın tesiriyle karanlıklardan ulaşan talepler akıl tarafından dikkate alınmaz, %91’lik nurla akıl devamlı Allah’ın emirlerine itaat eder, yasaklarını işlemez.
Daha sonra kişi Ulûl’elbab Makamında daimî zikre ulaşır. Zikirsizlik halinde kişinin füccur kapısı açık, takva kapısı kapalıdır. Daimî zikir halinde ise daima kişinin takva kapısı açık, füccur kapısı kapalıdır.
Nebîler
Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde: “Oruç tutunuz, şeytanın vücuda giriş yollarını daraltınız.” buyuruyor. Şeytanın tesir sahasını azaltmayı zikir artışlarıyla sağlayabiliriz. Zikir artışıyla şeytanın
tesir ettiği karanlıklar kalbimizde azaldığı oranda şeytanın vücuda giriş yolları daralır. Hz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir başka hadîs-i şerifinde: “Şeytanın kapısını zikirle kilitleyiniz” buyuruyor. Zikir ile şeytanın
kapısını kapatınız. Şeytanın vücuda giriş yolu olan füccur kapısının kapanması daimî zikirle mümkündür.
Daimî zikirle devamlı olarak kişinin kalbi rahmet ve fazl ile beslenir. Salâvât bir taşıyıcı olarak
rahmet ve fazlı kalbe ulaştırır. Nefsin manevî kalbinin iki kapısı vardır; füccur kapısı ve takva kapısı. Bu iki kapıdan takva kapısı daimî zikirle %100 açık, füccur kapısı %100 kapalıdır. Allahû Tealâ daimî zikirle zulmet
kapısını kapattırır.
İhlâs makamında ise kalbi %100 aydınlanır.
Sevgili kardeşlerim, günümüzdeki dîn tatbikatında birçok kavram, tamamen Kur’ân’daki aslıyla çelişir vaziyette dîn âlimleri
tarafından yorumlanmış. Ulûl’elbab kavramı da bu kavramlardan bir tanesidir. Ulûl’elbab kavramını insanlar “olgun akıl sahipleri” olarak ifade ediyorlar. Hâlbuki Kur’ân’ı Kerimde Allahû Tealâ kesinlikle ulûl’elbab’ı tarif
etmiştir.
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve
yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ
İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler
ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.“Onlar otururken, ayakta iken ve yan üstü yatarken hep Allahû Tealâ’yı zikrederler.” Yan üstü yatarken Allah’ı
zikretmeleri kesinlikle onların daimî zikirde olduğunu ifade ediyor.
Allah’a ne kadar hamd ve şükretsek azdır. Ulûl’elbab kademesinde, daimî zikirde kişinin nefsi Allahû Tealâ’ya teslim oluyor, aynı
zamanda 7 kademede kişinin kalbi müzeyyen oluyor.
1- Kişi daimî zikir ulaşır.
2- Daimî zikir o kişinin manevî kalbindeki bütün afetleri temizler,
3- Kalp gözü açılır,
4- Kalp kulağı açılır.
Dört tane vasıf şartıyla beraber üç tane de sonuç şartı söz konusudur.
1- Ehl-i hayırdır; devamlı Allah’ı zikredip derecat kazandığı için.
2- Ehl-i hükümdür.
3- Ehl-i hikmettir.
Ehl-i hükümdür; herhangi bir ihtilaf halinde hâkim tayin edildiği takdirde Allah’ın emriyle adaleti sağlar, yerine getirir. Ehl-i hikmettir; Kur’ân’ın hangi âyetine bakarsa baksın,
ya onun hangi seviyeye ait olduğunu bilir, bilmiyorsa da ileri geri bakmak suretiyle sonuca ulaşır. O da olmazsa ehl-i tezekkür olması hasebiyle Allah’a sorar ve muhattaba ulaştırır.Sevgili kardeşlerim, ulûl’elbab kademesi
kişi yedi kademede kalbi müzeyyen olduğu için yer katlarını, yerin melekûtunu Allahû Tealâ ona gösterir.
1. cehenneme giden insanlar; Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlardır. 2. cehenneme giden insanlar; Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardır.
3. cehenneme giden insanlar; Allah’ın âyetlerini satanlardır, vuslatı
kesenlerdir.
4. cehenneme giden insanlar; Allah’ın âyetlerini inkâr edenlerdir.
5. cehenneme giden insanlar; hidayeti gizleyenlerdir.
6. cehenneme giden insanlar; Allah’ın resûlleriyle alay edenlerdir.
7. cehenneme giden insanlar; zülmanî ilimle amel edenlerdir.
İşte yedi tane cehennemi de Allahû Tealâ bir bir onlara (ulûl’elbab olan kullara) gösteriyor. Aynı zamanda zemin katta devrin imamının dergâhını da o kişiye gösteriyor.
Sevgili kardeşlerim, Allahû
Tealâ’nın muradı herkesin yedi safha ve dört teslimi yaşamasıdır. Yedi safha dört teslimin yaşanmasiyle en zirve noktada mutluluğu ulaşır.
Başlangıç noktasında, birinci basamakta herkes için olaylar vardır. Allahû
Tealâ’nın olaylardan muradı herkesin Allah’a ulaşmayı dilemesidir. Olayları yaşayan insanlar olayları değerlendirirler.
Allahû Tealâ Bakara-216’da şöyle buyuruyor:
2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrahû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum, vallâhu ya’lemu
ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki,
o sizin için bir şerrdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.Başlangıç noktasında insanlar olayları, hoşlarına giden veya gitmeyen olaylar olarak iki farklı grupta değerlendirmeye tâbî tutarlar. Ama Allahû
Tealâ’nın olaylardan muradı herkesin olaylardan öğüt alıp Allah’a ulaşmayı dilemesir. Âyette geçen bize derecat kazandıran herşeydir. Şerr bize derecat kaybettiren herşeydir.
Biz insanlar kendi serbest
irademizle derecat kazanabiliriz ve kaybedebiliriz. Amel defterine bakıldığı zaman; 1) Kendi irademizle kazandığımız pozitif dereceler vardır, 2) Başkalarının iradesiyle kazandığımız pozitif dereceler vardır. Ama başkalarının
iradesiyle bizim negatif derecat kazanmamız hiçbir zaman mümkün değildir. İnsanlar nefslerinin hoşuna giden şeyleri yapmaları (hevalarına uymaları) halinde derecat kaybederler. Hoşumuza gitmeyen, başkalarının iradesiyle
oluşan olaylar hayır hüviyetindedir. Allahû Tealâ’nın da muradı her olaydan derecat kazanmamızdır. İşte her olayda murad-ı ilahî; derecat kazanmamız ve de Allah’a ulaşmayı dilememizdir.
Eğer ölüme kadar Allah’a ulaşmayı dilemezsek kazandığımız derecelerin bize bir fayda sağlaması mümkün değildir. Çünkü Allahû Tealâ’nın kanunu gereğince Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin ameli boşa gider.
İşte bir kısım insanlar başlangıç noktasında kendileri Allah’a ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının da dilemesine de mani oluyorlar. Bunların içerisinde hayır işleyerek derecat kazananlar var. Ama bu insanlar ölümle
ruhun Allah’a ulaşmasına inanıyorlar, dünya hayatında ruhun Allah’a ulaşmasına inanmadıkları için ameleri boşa gidiyor. İşte Nisâ Suresinin 167, 168, 169. âyet-i kerimelerinde Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:4/NİSÂ-167:
İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle
sapmışlardır.
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfire lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri
(başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.
4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîren).
Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar
orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.İnsanlar birlikte yaşamak zorunda olan sosyal varlıklardır. Birlikteki yaşantılarında pozitif veya negatif istikamette birbirlerine etki edebilirler. Birbirimize
karşı davranış biçimlerimiz bu etkileşmelerin neticesinde oluşur. İşte sosyal hayattaki yaşantılarında, insanların seviyelerine bağlı olarak, birbirlerine karşı davranış şekli dört şekilde gerçekleşebilir.
1- Zulmetmek
2- Kısas
3- Affetmek,
4- Kötülüğe karşı hayırla mukabele edebilmek.
Allahû Tealâ bir hadîs-i kutside şöyle buyuruyor: “Ben zulmu Kendime haram kıldığım gibi size de yasaklıyorum. Zulmeden derecat kaybeder.”
Nefs-i Emmare’de Allah’a ulaşmayı dilemeyen
kişi, hem kendisine zulmediyor, hem de davranışıyla başkasına da zulmediyor. Ama ne zaman Allah’a ulaşmayı dilerse, o zaman kendisine zulmetmekten kurtulur. Ermiş evliya olduğu zaman hakkı tavsiye etmek suretiyle onların
hidayetine vesile olur böylece onlara da zulmetmez. Ama Allah'a ulaşmayı dilemeyen başkalarının dilemesine mani olan kişi onlara zulmetiği için Allah onlara asla mağfiret etmez, onları Tarîk-i Mustakîme ulaştırmaz. Bunlar
Allah tarafından seçilmeyenlerdir. Çünkü Allahû Tealâ olayları yaşayan kişileri, olaylara karşı tepkilerine göre ya seçer, ya da seçmez. İşte kendileri Allah’a ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının dilemesine mani olan
kişiler seçilmeyenlerdir.Evet sevgili kardeşlerim kişi Allah’a ulaşmayı dilemezse ve devamlı olarak derecat kaybederse o zaman başkalarının da istemesine mani olur. Ama kişi Allah’a ulaşmayı dilerse başkasının da dilemesine
vesile olur.İşte Nisâ 167, 168, 169’da bahsedilen kişiler Allah’a ulaşmayı dilemeyenler ve başkasının dilemesine mani olanlardır. Ermiş evliya olduktan sonra 7 velâyet makamını geçen A’raf Suresinin 159. âyet-i kerimesinde
zikredilen, Allah’ın vazifeli kıldığı hidayetçiler ise başkalarının, dünya hayatında Allah'a ulaşmayı dilemesine, hidayetine, vesile olanlardır.
7/A'RAF-159: Ve min
kavmi mûsâ ummetun yehdûne bil hakkı ve bihî ya’dilûn(ya’dilûne).
Ve Musa (A.S)'ın kavminden bir ümmet vardır. Hakk'a hidayet ederler (hidayete ulaştırırlar). Ve onunla (hak ile) adaletle hükmederler.
Beyyine Suresinin 5. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ şöyle buyurmaktadır:98 / BEYYİNE - 5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).
Ve
onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur. Beyyine
Suresinin 5. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ: “muhlisîne lehud dîne hunefâe” ifadesinde, hanifler olarak muhlisler (halis olmuş kullar) olmamızı emrediyor. Bu nokta Tövbe-i Nasuh’tur.Bir insanın bu noktaya gelebilmesi için
önce Allah’a ulaşmayı dilemesi, mürşidine ihsanla tâbî olması, ruhun vücudundan ayrılması ve Allah’a ulaşması, zikrini 18 saatin ötesine taşıyarak fizik vücudunu Allah’a teslim etmesi, daimî zikirle ulûl’elbab olması gerekir.
Daha
sonra Allahû Tealâ bu kişiye ulûl’elbab makamında yerlerin melekûtunu (yer katlarını) gösterdikten sonra, arkasından 1. gök katını göstermiştir. Bu noktadan sonra kişi ulûl’elbab olmayı aşmıştır ve muhlis olmuştur. 1, 2,
3, 4, 5, 6 ve 7. gök katlarının bütün özellikleri muhlis olan kişinin üzerinde tecelli eder.Zemin kat, Dünya'mızdır. Bu dünyada devrin imamının dergahı söz konusudur. Zemin katın en büyük özelliği budur.
Devrin imamının dergahını Allahû Tealâ bu gezegenin manevî muhtevasında tesis etmiştir. Orada altın kapı vardır. Bu kapı, yaklaşık olarak 4m. yüksekliğinde 1,5 m. genişliğinde, üzerinde 30 cm. büyüklüğünde çapraz çizgilerle
baklava dilimleri olan ve üzerinde tokmak olmayan tek kanatlı bir kapıdır.Allah'a ulaşacak olan ruhlar oradan yükselecekleri zaman, kapı otomatik olarak açılır ve herkes ayrıldıktan sonra kapı otomatik olarak kapanır. İnsan
ruhlarının safları 10’arlık saflar halindedir. Ön sıra erkeklerden, arka sıra kadınlardan oluşur. Ön safın sağ kenarında Sağ Kanat Velîsi, sol kenarında Sol Kanat Velîsi durur.İşte bu insan ruhları Allah’a doğru bir yolculuk
yapmak üzere seyr-i sülûk yapmak üzere orada dururlar. Bu öyle bir yolculuktur ki yolculardan bir kısmı 1. kata kadar çıkmak yetkisinin sahibidir, oraya ulaşır ve orada kalırlar. Geri kalanlar 2. kata yükselir ve orada
kalacak olanlar 2. kattaki dergaha bir kapıdan girerler. Bu kapının iki tarafında Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) ve devrin imamı beraberdirler. Gelen ruhların hepsi, önce sağ kanat velîsi el öperek sağ başta yer alır. İçeride
suvarılma havuzlarının bulunduğu bölümde sonra sol kanat velîsi el öper ve sol başta yerini alır. Sonra hanım sultan el öper ve en solda yerini alır. Ayakta onlar bu noktadayken onların arkalarında yaklaşık 2m. 20cm. yüksekliğinde,
yerden yükseltilmiş şeffaf havuzlar vardır. Bu havuzlar şeffaf bir görünüme sahiptir ve içleri turuncu renkte bir şeffaf sıvı ile doludur.Geriye kalanlar yukarı doğru çıkmış olan bu havuzların arka tarafındaki zemine uçarak
gelirler ve orada sıralanırlar. Onların en sonundakiler suvarılacak olanlardır, sağdan sola doğru birer birer gelip havuzların birer kişilik bölümlerinde yer alırlar. Ruhlar nefes almadıkları için boyları ne olursa olsun
2m. 20cm.’lik açık turuncu renkteki bir sıvı onların görünmelerine engel teşkil etmez, dışarıdan net olarak görünürler. Daha ilginci, onların elbiseleri ıslanmaz, bu sıvı, onların elbiselerini ıslatacak olan bir özellik
taşımaz.Sevgili kardeşlerim, Osmanlı “ilah-i kelimetullah” için, Allah kelimesinin ilelebed devam etmesi için harbetmiştir. Allahû Tealâ’nın bütün insanlara emretiği şey hep aynıdır: Allahû Tealâ, Hanifler olarak muhlisler
olmamızı emrediyor.
Muhlis, “hâlis” demektir. Bir insanın nefsinin kalbi daha evvelki Ulûl’Elbab mertebesinde daimî zikrin sahibi olmuştur.
Lübblerin sahibi ulûl’elbab, kalb gözü ve kalb kulağı açık olmayanların
direkt olarak alamayacağı ilmin sahipleri demektir.
İnsanlar, eğer kendileri böyle bir yetkinin sahipleri değillerse başka insanların da böyle bir yetkinin sahibi olamayacağını düşünürler. Halbuki Kur’ân-ı Kerim’e baktığımız
zaman, Allah’ın orada vaaz ettiği yedi safha ve dört teslimde; Ulûl’Elbab, İhlâs ve Salâh Kademelerinde bulunanların Allah ile konuşabildiklerini, Salâh Makamının 5. mertebesinde olanların ise iradelerini de Allah’a teslim
ettiklerinden dolayı İrşad Makamına tayin edildiklerini görüyoruz.Öyleyse Muhlis olma Kademesi Salâh Kademesinden önce gelir. İşte âyette (Beyyine-5’te) dînlerinde hâlis olmuş, muhlisler %98 fazl ve %2 rahmet elde ederek
tamamen nefsin afetlerinden arınmıştır.Ulûl’elbab Makamında kişiye sadece yerlerin melekûtu (yedi yer katı ve cehennemler ve devrin imamının dergahı) gösterilir. Zemin kat bir orta noktadır, aşağı doğru inen cehennemler
eksi işaret taşırlar ve sıfırın altındaki koordinatları gösterirler. Yukarı doğru çıkan gök katları artı işaret taşırlar ve 1, 2, 3, 4, 5, 6 ve 7. gök katı olarak devam ederler.Allah’ın sistemi yedili sistem üzerinedir!
Daha sonra yedi tane âlem geçilecektir:1) Kader Hücreleri2) Ümmül Kitap
On katlı bir apartman büyüklüğünde, boşlukta, son sayfası açık olarak duran bir kitaptır. O bir ispat vasıtasıdır, oraya çıkıp görebilene son kitabın
bir şeriat kitabı değil de bir sohbet kitabi olduğunu ve kime indirildiği açık ve kesin bir şekilde orada ortaya çıkar.3) Kudret Denizi
Hani şu Yûnus’un “Şol kudret denizine daldık elhamdülillah” diyerek ifade ettiği
âlem burasıdır. Bu seviyeye yükselmiş bütün evliyalara ait ruhlar orada o denize dalarlar ve denizin derinliklerinde olanları görürler. Neler gördüklerini belki söyleyenler olur.4) Makam-ı Mahmud
Peygamber Efendimiz
(S.A.V) ve sahâbesi orada birlikte ve bu kademeye yükselen ruhlar kafilesini beraberinde getiren devrin imamının oraya ulaşarak Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in yanında yerini alır. Kafile aşağı inene kadar o orada kalacaktır.5)
Divan-ı Sâlihin
Peygamber Efendimiz (S.A.V) kafilenin sağ başında olarak oraya yükselmiştir, orada kalır. Divan-ı Sâlihin’de, şu anda başkanlığını yapmakta olan zamanımızın Gavsından görevi devralır. Ne zamana
kadar? Ta ki burada bulunan kafile zikir hücrelerine ulaşsınlar ve oradaki zikirlerini tamamlasınlar ve tekrar dönüş için harekete geçsinler. Dönüşte, onun bulunduğu yere ulaştıklarında Peygamber Efendimiz (S.A.V) katılacak
ve devrin imamıyla birlikte tekrar ikinci kata ineceklerdir ve orada kalacaklardır.6) Zikir Hücreleri7) İnd-i İlâhi
Dîn Allah'ın emir ve nehiylerinden oluşan, insanları ahiret ve dünya saadetine ulaştıran bir bütündür. Dînin sahibi Allah’tır. Dînin muhatabı da insandır. Allah insandan sadece ahiret ve dünya saadetine ulaşmasını
ister. Dîn, insanı ahiret ve dünya saadetine ulaştıran sistemin bütünüdür. Mutluluğun yegane adresi dîndir. Dînsiz mutluluk hiç kimse için mümkün değildir.“Dînler” var mıdır?
Dînler yoktur. Her şeyi yaratan
Allahû Tealâ tektir. Allah’tan başka yaratıcı yoktur. Allahû Tealâ, hanif fıtratıyla yaratığı bütün insanlardan hanif dînini yaşamasını ister. Allahû Tealâ insanların yaratılışını değiştirmediği gibi, onlar için vaaz ettiği
dîni de asla değiştirmez. Buna göre dînlerin olması, mümkün değil.
Allahû Tealâ Rûm Suresinin 30. âyet-i kerimesinde bunu net olarak açıklıyor.
30 / RÛM - 30: Fe ekim vecheke lid dîni hanîfâ(hanîfen), fıtratallâhilletî fataran nâse aleyhâ, lâ tebdîle li halkıllâh(halkıllâhi), zâliked dînul kayyimu ve
lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn(ya’lemûne).
Artık hanif olarak kendini (vechini) dîn için ikame et, Allah'ın hanif fıtratıyla ki; Allah, insanları onun üzerine (hanif fıtratıyla) yaratmıştır. Allah'ın yaratmasında değişme
olmaz. Kayyum olan (kaim olacak, ezelden ebede kadar yaşayacak) dîn budur. Fakat insanların çoğu bilmez. Bir tek dîn vardır. Bu dîn babamız İbrahim’in hanif dîni, Arapça adıyla İslâm’dır.“Dînler” ifadesi nereden gelmiştir?
Bir
tek dîn varolmasına rağmen tek dîni yaşamayan insanlar şeytanın negatif tesiriyle dînde fırkalara ayrılmışlar. “Dînler” ifadesi dînde fırkalara ayrılan insanlar için söz konusudur. Dîni yaşayan insanlar için bir tek dîn
vardır. Bu dînin şeriatı da tektir.
Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ şöyle buyuruyor.
42 / ŞÛRÂ -
13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî
ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh'a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.”
diye Hz. İbrâhîm'e, Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah'a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine
seçer ve O'na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır). “Senin davetin müşriklere ağır geldi.” Âyet-i kerimeye göre, müşrikler için dînler vardır. Müşrikler, dînde fırkalara ayrılanlardır.
Bu şirk açık bir şirk değil, gizli şirktir.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ümmeti için açık şirk asla söz konusu değildir. Nitekim hadîs-i şerifte şöyle buyruluyor: “Ümmetim için
artık açık şirkten korkmuyorum. Onlar Güneş’e, Ay’a, putlara tapmazlar ama ümmetim için en çok korktuğum şey, karıncanın ayak sesinden daha sinsi olan gizli şirktir.”Gizli şirk nedir?
Gizli şirk kişinin
hevasına uymasıdır. İnsan 3 vücut (ruh, nefs, fizik beden) ve serbest irade ile yaratılmış bir varlıktır. Secde-9’a göre insana ruh üfürülmüştür. Ruh Allah’ın temsilcisidir. Şems-7’ye göre nefs dizayn edilmiştir. Nefs Şeytanın
temsilcisidir. Ve fizik beden de, nefs ve ruhun mekânı konumundadır. Fizik bedenin kumandanı akıl karar merciidir. İnsan ya ruhun talebine uyar, Allah’ın emrine itaat eder veya nefsin talebine uyar, Allah’ın emrine isyan
eder.32 / SECDE - 9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun
içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem'î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.
91 / ŞEMS - 7: Ve nefsin ve mâ sevvâhâ.
Nefse ve onu (7 kademede ahsene dönüşecek şekilde) sevva edene (dizayn edene) (andolsun). Gizli şirk nefsin talebine
uyarak dünyayı talep etmektir. Allahû Tealâ, Câsiye Suresinin 23. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
45 /
CÂSİYE - 23: E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde)
çekti. Bu durumda Allah'tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz? Âyet-i kerimede verilen vasıflar, Allah'a ulaşmayı dilemeyen tebliğe ilgisiz kalanların vasıflarıdır. Hidayet tebliğine muhatap
olmasına rağmen hidayeti dilemiyor. Âyet-i kerimede zikredildiği gibi, Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişinin hassalarına Allahû Tealâ engeller koyuyor. Hassaları engelli olan bu insanlar gizli şirkte kalan kişilerdir. Gizli
şirk sebebiyle insanlar dînde fırkalara ayrılırlar.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) hadîs-i şerifte şöyle buyuruyor: “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, bir tanesi hariç 72’sinin gideceği
yer cehennemdir.”
72 fırkaya mensup olanların tamamı gizli şirkte olanlardır. Allah'a ulaşmayı dilemeyerek sadece vasıta emirleri (ibadetleri) yerine getirenlerin hepsi gizli şirktedirler. Bunlar,
Allah’ın temel emri olan hidayeti (ruhlarını ölmeden önce Allah’a ulaştırmayı) dilemeyenlerdir. Konuyu açıklayan iki âyet-i kerime var; Rûm-31 ve 32.
Allahû Tealâ, Rûm-30’da bir tek dînin varlığını
ifade ettikten sonra Rûm-31’de ise, bu tek dînin yaşanmasını emrediyor, Rûm- 32’de ise dînde fırkalara ayrılan müşriklerin tarifini veriyor.
30 / RÛM - 31: Munîbîne
ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O'na (Allah'a) yönelin (Allah'a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden
olmayın.
30 / RÛM -
32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e sahâbe soruyor:
“Fırkayı Naciye hangisidir?” “Ben ve sizin gibi Sıratı Mustakîm üzere olanlardır.” buyuruyor.Sıratı Mustakîm nedir?
Sıratı Mustakîm, insan ruhunu Allah'a ulaştıran yoldur. Yani ben ve sizin gibi Allah'a ulaşmayı
dileyenlerin üzerinde bulunduğu yol demek oluyor. Sıratı Mustakîm ruhu Allah'a ulaştıran yol olduğuna göre o zaman Sıratı Mustakîm üzere olanlar Allah'a ulaşmayı dileyenlerdir. “Ben ve sizin gibi Sıratı Mustakîm üzere olanlar”
ifadesinin anlamı “Ben ve sizin gibi Allah'a ulaşmayı dileyenler” demek oluyor.
Esasında Allah’ın indinde Yahudilik, Hristiyanlık diye ayrı dînler yoktur. Allah'ın Peygamberi Hazreti Musa (A.S)’a,
Allah'ın Peygamberi Hazreti İsa (A.S)’a vahyedilen şeriatı Allah Resûlüne de vahyediyor. Peygamberlere farklı dînler gelmemiştir. Nitekim Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) hadîs-i şerifinde:“İnsanların içinde
Kardeşim Meryemoğlu İsa’ya en yakın olan benim. Peygamberler, babaları bir anneleri farklı olanlardır.”
Allahû Tealâ Âli İmrân-19’da, İslâm’dan gayri bir dîn olmadığını belirtiyor:
3 / ÂLİ İMRÂN - 19: İnned dîne indâllâhil islâm(islâmu), ve mahtelefellezîne ûtûl kitâbe illâ min ba’di mâ câehumulılmu bagyen beynehum, ve men yekfur bi âyâtillâhi
fe innallâhe serîul hısâb(hısâbı).
Muhakkak ki Allah'ın indinde dîn, İslâm'dır (teslim dînidir). Kendilerine kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki hased sebebiyle ihtilâfa
düştüler. Ve kim Allah'ın âyetlerini örterse (inkâr ederse), o taktirde, muhakkak ki Allah, hesabı çabuk görendir. Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 85. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:3 / ÂLİ İMRÂN - 85: Ve
men yebtegi gayrel islâmi dînen fe len yukbele minh(minhu), ve huve fîl âhireti minel hâsirîn(hâsirîne).
Ve kim İslâm'dan başka bir dîn ararsa, o taktirde kendisinden asla kabul edilmez ve o, ahirette
"hüsranda olanlar"dan olur. Öyleyse ezeli ve ebedi bir tek dîn vardır. Bu dîn babamız İbrahim’in hanif dîni Arapça adıyla İslâm’dır. Bu dîn 7 safha ve 4 teslimden oluşuyor.Bugün Birleşmiş Milletlerde dînle ilgili bölümün
dünya genelinde yapmış olduğu bir envanter araştırmasında mevcut yaşayan insanlar arasındaki inanç türlerinin sayısı 72 olarak tesbit edilmiştir. 14 asır evvel Resûlullah (S.A.V), “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak” buyurmuştur.
73. fırka, 72 fırkanın içinde yer alan küçük gruplardan oluşuyor. Hangi fırka olursa olsun, o fırkanın içersinde kalben ulaşmayı dileyen herkes hak mü'minlerdendir. İşte, her fırkanın içerisinde kalben Allah’a ulaşmayı
dileyenlerin oluşturduğu tek fırka (küçük bir azınlık grup) Fırkayı Naciye’dir.Yûnus Emre şöyle buyuruyor:
“72 millete bir göz ile bakmayan
Halka müdderis olsa, hakikate âsidir.”Hûd Suresi 29. âyet-i kerimesinde Nuh (A.S) kavmine tebliğ ediyor. Ve âyet-i kerimede, Allah’a ulaşmayı dileyenlerin kesinlikle Rablerine mülaki olacakları, Allah’a
ulaşacakları belirtiliyor:11 / HÛD - 29: Ve yâ kavmi lâ es’elukum aleyhi mâlâ(mâlen), in ecriye illâ alâllâhi ve mâ ene bi târidillezîne âmenû, innehum mulâkû rabbihim ve lâkinnî erâkum kavmen techelûn(techelûne).
Ve
ey kavmim! Buna (tebliğ ettiğim şeylere) karşılık sizden mal olarak (bir şey) istemiyorum. Eğer ücretim (ecrim) varsa ancak Allah'a aittir. Ve ben âmenû olanları (Allah'a ulaşmayı dileyenleri) tardedecek (uzaklaştıracak,
kovacak) değilim. Muhakkak ki onlar, Rab'lerine mülâki olacaklar (ulaşacaklar). Ve lâkin ben, sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum. Allah'a ulaşmayı dilemeyen herkes cahildir. Allah'a ulaşmayı dileyen herkes
aslında bilen birisidir. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
Kişinin kurtuluşa ulaşabilmesi için bir tek dilek gerekir; Kalben Allah’a ulaşmayı dilemek. Mutluluk bir dilektir, bilene düğün dernektir.
Yûnus Emre: “Dervişlik bir dilektir. Bilene düğün dernektir.”
Dünya bir imtihan yeridir. Bu imtihan nefs varolduğu sürece hep vardır. İblis, İbrâhîm-22’de şöyle söylüyor: “Allah size hak vaadde bulundu. Ben de vaad ettim, ama ben vaadimden caydım. Bunları ben size
zorla yaptırmadım. Ben sizi davet ettim siz de kabul ettiniz. Beni kınamayın nefsinizi kınayın.”
14 / İBRÂHÎM -
22: Ve kâleş şeytânu lemmâ kudıyel emru innallâhe veadekum va’del hakkı ve veadtukum fe ahleftukum, ve mâ kâne liye aleykum min sultânin illâ en deavtukum festecebtum lî, fe lâ telûmûnî ve lûmû enfusekum, mâ ene bi musrihikum
ve mâ entum bi musrıhıyy(musrıhıyye), innî kefertu bi mâ eşrektumûni min kabl(kablu), innaz zâlimîne lehum azâbun elîm(elîmun).
Şeytan, emir yerine getirildiği zaman şöyle dedi: “Muhakkak ki; Allah,
size “hak olan vaadini” vaadetti. Ve ben de size vaadettim. Fakat ben, vaadimden döndüm. Ve ben, sizin üzerinizde bir güce (sultanlığa, yaptırım gücüne) sahip değilim. Sadece sizi davet ettim. Böylece siz, bana icabet ettiniz.
Artık beni kınamayın! Kendinizi kınayın! Ve ben, sizin yardımcınız değilim. Siz de, benim yardımcım değilsiniz. Gerçekten ben, sizin beni ortak koşmanızı daha önce de inkâr ettim. Muhakkak ki; zalimlere acı azap vardır.” Allahû
Tealâ zikri, çok zikri farz, daimî zikri farz kılmıştır. Zikir mutluluktur, zikir ahiret ve dünya saadetinin ta kendisidir.
Resûlullah (S.A.V) Efendimiz buyuruyor ki: “Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.
Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.” Sevgi mutluluktur. Sevgi ferdî bazda mutluluktur, aynı zamanda toplumsal bazda bütün insanların ortak mutluluk adıdır. Dolayısıyla dîn olmadan bu sevgiyi kazanmak mümkün değildir.
Sevginin kaynağı dîndir. Mutluluğun kaynağı dîndir. Dîn insanların tüm ortak mutluluk adresidir. Dîn olmadan mutluluğun yaşanması mümkün değildir. İnsan evvela Allah’tan hoşlanır, daha sonra Allah’ı sever, daha sonra
Allah'a aşık olur, daha sonra Allah'a hayran olur. Hayranlık, irade tesliminden sonra gerçekleşen bir olgudur. 7 safha ve 4 teslimden oluşan, Babamız İbrahim’in hanif dîni, Arapça adıyla İslâm’ın 7. safhası irade teslimidir.
Allah razı olsun.
Kur'an-ı Kerim'e göre "takva" nedir?
Takvanın ne olduğunu öğrenmek için her zaman olduğu gibi Kur’ân’a müracaat etmemiz lâzım. Neden Kur'ân'a müracaat etmemiz lâzım? Çünkü TAKVA kavramının geçtiği bir çok âyet var. İnsanlar lugât mânâsından hareketle “Takva
Allah’tan korkmaktır.” diyorlar. Halbuki “Vikaye” kökünden türeyen takva kavramının lugat mânâsı “bir şeyi zarardan ve sıkıntıdan korumaktır”.Kur'ân'da geçen takva kavramının bütününe baktığımız zaman, geniş bir yelpaze
içerisinde 7 safhayı içerdiğini görüyoruz. Eğer 7 safha takvanın hepsine “korku, korku, korku…” derseniz o zaman meseleyi aslî manasından saptırmış olursunuz. Peygamber Efendimiz (S.A.V); “Kur'ân'ın bir lafzî mânâsı
ve 7 ruhu vardır.” buyuruyor Takva kavramının geçtiği tüm âyetlerde, sadece fizikî anlamıyla “korku” dediğimizde bu kavramı ihtiva eden 7 ruhu gizlemiş oluruz. Yûnus Suresinin 62 ve 63. âyet-i kerimelerinde takva sahipleri
için korku yoktur buyrulduğuna göre “takva Allah'tan korkmaktır” mânâsı Kur’ân-ı Kerime ters düşmektedir.
10 / YÛNUS - 62: E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Muhakkak ki Allah'ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar,
mahzun olmazlar, öyle değil mi?
10 / YÛNUS - 63: Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn(yettekûne).
Onlar, âmenûdurlar (ölmeden evvel Allah'a ulaşmayı dileyenlerdir) ve takva sahibi olmuşlardır. Eğer Allahû Tealâ “takva sahipleri için korku yoktur” diyorsa, birileri “takva korkudur, Allah’tan korkmaktır”
diyorsa o zaman tamamen Kur’ân’ı Kerim’e ters bir mânâyı kavrama yüklüyor. O zaman kavramın aslî manası saptırılıyor.Allahû Tealâ da “takva sahibi olan kişi için korku yoktur” buyuruyor. Çünkü onlar için müjdeler vardır.
Hem ahiret müjdesi, hem dünya müjdesi vardır.Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de korkuyu takva kavramıyla değil, “havf” kelimesi ile tarif etmiştir. Nitekim Allahû Tealâ Kaf Suresinin 45. âyet-i kerimesinde Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’e hitaben şöyle buyuruyor:
50 / KAF -
45: Nahnu a’lemu bi mâ yekûlûne ve mâ ente aleyhim bi cebbârin fe zekkir bil kur’âni men yehâfu vaîdi.
Onların ne söylediklerini, en iyi Biz biliriz. Ve sen onların üzerine, cabbar (zorlayıcı) değilsin. Öyleyse
Benim vaadimden (vaadettiğim cezadan, azaptan) korkanları Kur'ân ile ikaz et. Âyet-i kerimede, “korku” kelimesi “havf” ile ifade edilmiştir. Bu korku kötü hesap sahipleri içindir. Rad Suresinin 18. âyet-i kerimesinde
hesabın kötüsüne sahip olanların gideceği yerin cehennem olduğu bildiriliyor. Rad Suresinin 21. âyeti kerimesinde kötü hesaptan korkanlar Allah'a ulaşmayı dileyerek Allah'ın ulaştırmasını emretiği ruhu ulaştıranlardır.
13 / RA'D - 18: Lillezînestecâbû li rabbihimul husnâ, vellezîne lem yestecibû lehu lev enne lehum mâ fîl ardı cemîan ve mislehu meahu leftedev bih(bihî), ulâike lehum sûul hısâbi
ve me’vâhum cehennem(cehennemu), ve bi’sel mihâd(mihâdu).
Rab'lerine (Rabbinin emrine) icabet edenler için en güzeli vardır. Ve O'na icabet etmeyenler, yeryüzünde olanların hepsi ve bir o kadarı daha onların
olsa, onu mutlaka fidye olarak verirlerdi. İşte onlar; onlar için hesabın kötüsü var. Ve onların barınacağı yer, cehennem; ne kötü bir döşektir. 13 / RA'D - 21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale
ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah'ın (ölümden evvel), Allah'a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O'na (Allah'a) ulaştırırlar. Ve Rab'lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar. 59 / HAŞR
- 16: Ke meseliş şeytâni iz kâle lil insânikfur, fe lemmâ kefere kâle innî berîun minke innî ehâfullâhe rabbel âlemîn(âlemîne).
(Münafıkların size vaadleri), şeytanın (vaadlerinin) durumu gibidir.
İnsana: “İnkâr et (kâfir ol).” demişti. Fakat, inkâr ettiği zaman: “Muhakkak ki ben senden uzağım, elbette ben, âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım.” dedi. “Takva Allah’tan korkmaktır” diyenler bir bi’datin içine düşmüşlerdir.Bid’at
nedir?Kur'ân-ı Kerim’de yer almasına rağmen tatbikattan çıkartılan, Kur'ân-ı Kerim’de olmamasına rağmen dîn tatbikatına konulan herşey bid’attir. Kur'ân'da varolmasına rağmen tatbikattan çıkarılan takvanın asıl
tarifi “birşeyi zarardan ve sıkıntıdan korumaktır”. Allah’ın emirleri var ve yasakları var. Allah’ın emirlerine itaat, yasak ettiği fiilleri işlememek derecat kazandırıyor, bize mutluluk sağlıyor. O emirlere isyan, yasak
ettiği fiilleri işlemek bize derecat kaybettiriyor, sıkıntıyı yaşattırıyor.Takva zarardan ve sıkıntıdan korunmak olduğuna göre, bu, Allah’ın emirlerine isyan etmemek, Allah’ın yasaklarını işlemekten kişiyi korumaktır. İsyana
ve Allah’ın yasak ettiği fiilleri işlememeye karşı kişiyi korumak takvadır. Takva bir koruyucu zırhtır. Tıpta bir koruyucu hekimlik, vardır. Bitkisel karışımlarla tedavi koruyucu hekimlik sınıfına girer. Allahû Tealâ’nın
emirleri var, Allah’ın yasakları var. Kişinin Allah’a ulaşmayı dilemesi, Allah’ın temel emridir. Allah’a ulaşmayı dilemediği taktirde kişi Allah’ın yasak ettiği fiileri işleyen bir hal üzeredir.Yûnus Emre bir dörtlüğünde
şöyle söylüyor:
Gönül çalabın tahtı
Çalap gönle baktı
İki cihan
bedbahttı
Kim gönül yıkar ise.
İşte burada gönül yıkan kişi kendisi Allah'a ulaşmayı (hidayeti) dilememiştir ve başkasının da hidayetine engel olmaktadır. Bedbaht olmasının sebebi hidayeti dilemediği gibi başkasının hidayete ermesine
mani olmasıdır. Başkasının hidayetine mani olması sebebiyle iki cihan bedbahttır. Hz. Muhammed (S.A.V); “Duanızın kesinlikle kabul edileceğine îmân ederek dua edin, bilinki Allah kalbi gaflet içinde olanların duasını kabul
etmez.” buyuruyor. Allah’a ulaşmayı dilemeyelerin kalbi gaflet içerisindedir. Allah, Kendisine ulaşmayı dilemeyenlerin duasını kabul etmiyor. Nitekim Allahû Tealâ’da Bakara Suresinin 186. âyet-i kerimesinde aynen bu tarifi
yapıyor.
2 / BAKARA - 186: Ve izâ seeleke ıbâdî annî fe innî karîb(karîbun) ucîbu da’veted dâi izâ deâni, fel yestecîbû lî vel yu’minû bî leallehum yerşudûn(yerşudûne).
Ve kullarım sana, Benden sorduğu zaman, muhakkak ki Ben, (onlara) yakınım. Bana dua edilince, dua edenin duasına (davetine) icabet ederim. O halde onlar da Bana (Benim davetime) icabet etsinler ve Bana
âmenû olsunlar (Bana ulaşmayı dilesinler). Umulur ki böylece onlar irşada ulaşırlar (irşad olurlar). Allah, davete icabet edenlerin yani Allah’a ulaşmayı dileyenlerin duasını kabul ediyor. Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin
duasını kabul etmiyor.La ilahe illallah diyen cennete girer mi?Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e sormuşlar: “Ey Allah’ın Resûl’ü, La ilahe illallah cennetin anahtarı değil mi?” “Evet, cennetin anahtarı ama bu anahtarın dişleri
lâzım” demiş. Yani "La ilahe illallah" diyen kişinin aynı zamanda Allah’a ulaşmayı dilemesi farz. Dînimize takva kavramı gibi pek çok bid’atler girmiş durumdadır.Bütün bid’atlerden kurtulmanın yolu sadece bir dilektir. Çünkü
kişi Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah’ın ona sözü var, Allah onu Kendisine ulaştıracaktır. Kişi bu dileği dilediğinde bakın Allahû Tealâ onu nelerden koruyor. Özellikle âyetlere gafil olmaktan koruyor. Âyetlere yakîn sahibi
kılıyor, onu cehennemden koruyor, cennetlik kılıyor. Onu şirkten koruyor, takva sahibi kılıyor. Onu küfürden koruyor, mü'min kılıyor. Onu şeytana dost olmaktan koruyor, Allah’a dost kılıyor. Onu şeytana kul olmaktan kurtarıyor,
Kendisine kul kılıyor. Onu amellerinin boşa çıkmasından koruyor, amellerini hesaba katıyor. Onu dalâletten koruyor, hidayete ulaştırıyor. Kısacası Allah kişinin bütün negatiflerini devre dışı tutuyor, onu koruyor. Ve onu
müjdelerle destekliyor.Gelmiş geçmiş bütün evliyalar bu dileğin sahibi olmuşlardır. Öyleyse kişinin Allah’ı dilemesi ile “Ya Rabbi ben Sana dost olmak istiyorum” demesi, birbiriyle örtüşmektedir. Çünkü Allah’ı
dileyen kişi, dost oluyor. “Ben Senin dostun olmak istiyorum” demek O’nu aslında dilemek manasına geliyor. Kişi bu dileği kalbine koyduğu zaman Allahû Tealâ mutlaka icabet ediyor.Bir kişinin kalbinde Allah’a ulaşma dileği
varsa, Rabbimiz bu dileği gördüğü an Rahmân esmasıyla tecelli ediyor ve geri kalan bütün faktörleri Allah gerçekleştiriyor.Bütün marifet dunya hayatında Allah’a ulaşmayı dileyerek Rum Suresinin 31. âyet-i kerimesinde belirtildiği
gibi takva sahibi olmaktır.
30
/ RÛM - 31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O'na (Allah'a) yönelin (Allah'a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın. Allah razı olsun.
“Yaratılışın sebebi sevgidir.” Allahû Tealâ sevmeseydi yaratmazdı. Allah her şeyi sevgiyle yaratmıştır. Allah'tan bize akan şey sevgidir. Allahû Tealâ’nın da insanlardan istediği tek şey; SEVGİDİR. Sevgi tüm insanların
ortak mutluluk dilidir. İnsanların diğer insanlarla ve Allah ile olan ilişkileri hep sevgiye dayalıdır.Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in çok veciz bir hadisi var: “Allahû Tealâ’yı ni’metlerinden dolayı
seviniz. Beni de Allah’tan dolayı seviniz. Sahâbemi de benden dolayı seviniz.”Allahû Tealâ’nın biz insanlara bahşettiği envai çeşit fizik ve fizik ötesi nimetlerden dolayı Allah'ı sevmemiz emrediliyor. İnsanoğluna verilen
nimetlerin en üstünü elbette Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir. En büyük nimet olan Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz’i seveceğiz. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in çok sevdiği ve yetiştirdiği güzide
sahabesini de seveceğiz. Allah ile olan ilişkilerde başlangıçta insanlar Allah’tan hoşlanır, daha sonra Allah’ı sever, daha sonra Allah’a âşık olur ve en sonunda Allah’a hayran olurlar. Hayranlık bu işin en zirve noktasıdır.Gönül
dostu Yûnus Emre: “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü.” diyor.Tüm insanların ortak mutluluk dili olan sevgi bedava bir olay değildir. Sevgi Allah yolunda fedakârlıktır. Allah ile olan ilişkilerde seviyesine paralel
tecelli eden sevgi, aşk ve hayranlığın insanda nasıl gerçekleştiğini anlamak istiyorsak en şerefli varlık olan insanın yaratılışına bakmak gerekir. Hayat Kitabımız olan Kur’ân-ı Kerim’de insan çok güzel tarif edilmektedir.Hicr
Suresinde Allahû Tealâ, kadın-erkek tüm insanların bir fizik bedenle yaratıldığını bizlere açıklıyor.
15/HİCR-26: Ve le kad halaknel insâne min salsâlin min hamein
mesnûn(mesnûnin).
Andolsun ki; Biz insanı, “hamein mesnûn olan salsalinden” (standart insan şekli verilmiş ve organik dönüşüme uğramış salsalinden) yarattık. İnsanoğlu bu zahirî âlemde aynaya baktığı zaman kendisini
sadece bir fizik bedenden ibaret sanır. Halbuki bu bedenin içerisinde bir de nefsimiz vardır. Şems Suresinde Allahû Tealâ bunu dile getiriyor.91/ŞEMS-7: Ve nefsin ve mâ sevvâhâ.
Nefse ve onu (7 kademede
ahsene dönüşecek şekilde) sevva edene (dizayn edene) (andolsun).Nefs, berzah âlemine ait bir varlıktır. Nefsin manevî kalbinde 19 tane hastalık vardır: Kin ve nefret, yalan, cehalet, cimrilik, dedikodu, fitne ve fesat,
haset, hırs, isyan, iptîlalar, kibir, küfür, mürailik, nankörlük, öfke ve gayz, vefasızlık, sabırsızlık, zan ve zulüm.
Nefsimizdeki hastalıklardan, afetlerden bir tanesi kin ve nefrettir. Kin ve nefret sevginin
zıttıdır. Kin ve nefretin zıttı ise sevgidir. İşte Allahû Tealâ Secde Suresinin 9. âyet-i kerimesinde bir üçüncü vücudumuz olan Allah'tan üfürülen ruhtan bahsediyor.
32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.Ruhta
nefsin zıttı olan 19 tane haslet vardır.
Ruh Allah’ın ruhu ama bizde bir emanettir. Ruhta bulunan 19 tane hasletten bir tanesi de sevgidir. Ruhun 18 hasleti bir yana, sevgi bir yana. Hatta sevgi diğer 18 hasletten daha ağır basabilir. İnsanla
Allah arasındaki ilişkiler ve insanla diğer insanlar arasındaki ilişkiler sevgiye dayalıdır ve dînin bütününü ifade eder.Arap bedevîlerden bir tanesi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e geliyor, diyor ki:
- Ya
Resûllullah bana öyle bir şey söyle ki ben onunla kurtuluşa ulaşayım. Dîni bir tek kelimeyle ifade etmek gerekirse ne diyebilirim?
Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz: “Dîn, Allah’ın emrine itaat, mahlukata
şefkattir.” buyuruyor. Bizimle Allah arasındaki ilişkilerde itaat esasına dayalı bir muhteva söz konusudur. Bizimle diğer insanlar arasındaki ilişkilerde ise kesinlikle sevgi, şefkat ve dostluğa dayalı bir ilişki
söz konusudur.
Allahû Tealâ biz insanların birbirini sevmesini, herkesin birbirine dost olmasını ister. Öyleyse bu nasıl gerçekleşir?
- Kur’ân’ın bütününe baktığımız zaman; en alt seviyeden
insanı en üst noktada olgunlaşma basamağına ulaştırmak üzere Allahû Tealâ’nın vaaz ettiği 28 basamaklık bir İslâm merdiveni vardır.Başlangıç noktasında insanların hepsi olayları yaşarlar, olayları kendilerine göre değerlendirirler.
Sosyal bir varlık olan insan, diğer insanlarla birlikte yaşar. İnsanın diğer insanlarla birlikte yaşamasından dolayı bir takım davranış biçimleri söz konusudur. İşte bu insanların birbirleriyle ilişkileri davranış biçimleri
Allah açısından çok önemlidir. Allahû Tealâ insanları bu beşerî ilişkiler üzerinden değerlendiriyor. İnsanlar birinci basamakta olayları yaşıyorlar ve ikinci basamakta Allahû Tealâ insanları davranış biçimleri açısından
değerlendirerek bazılarını seçiyor, diğerlerini seçmiyor.Seçilmeyen insanlar, kendileri Allah’ı sevmedikleri ve ona dost olmadıkları gibi başka insanları da sevmeyen ve onlara dost olmak istemeyen, aksine davranışlarıyla
onlara düşmanlık eden kişilerdir. Kendileri mutsuzdurlar, davranışlarıyla başkalarını da mutsuz ederler. Osmanlı’da şöyle bir ifade vardır, bu tip insanlar için söylenir: “Ne kendi eyledi rahat, ne âleme verdi
huzur, çekti gitti bu dünyadan, dayansın ehli kubur.” Allahû Tealâ böyle bir insanın kalbini tab etmiştir (mühürlemiştir) ve o kişi Allahû Tealâ tarafından seçilmeyen kişidir.Bir insan normal standartlar içerisinde
kendisi huzursuz ve mutsuz olabilir. Eğer başkasının huzursuzluğuna ve mutsuzluğuna sebep olmuyorsa (başkalarını hidayetten men etmiyorsa) Allahû Tealâ onu seçiyor. Ama kendisi hidayeti dilemiyor ve başkasının da hidayetine
mani oluyorsa Allahû Tealâ onu seçmiyor.
Kendisi henüz hidayeti dilememiş ama başkasının hidayetine de mani olmayan tüm insanları Allahû Tealâ seçiyor. Fakat Allah tarafından seçilen bu insanları da
Allahû Tealâ musibetlerle imtihan ediyor.
Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de Bakara Suresinde bize ifade ediyor:
2/BAKARA-155: Ve le nebluvennekum bi şey’in minel
havfi vel cûi ve naksın minel emvâli vel enfusi ves semerât (semerâti), ve beşşiris sâbirîn(sâbirîne).
Ve sizi mutlaka korku ve açlıktan ve mal, can ve ürün eksikliğinden imtihan ederiz. Ve sabredenleri
müjdele.Kimdir o sabredenler; takip eden âyet-i kerimede açıklanıyor:2/BAKARA-156: Ellezîne izâ esâbethum musîbetun kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar ki, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).” derler.“Kula musibet gelmez
hak yazmayınca, Hak musibet yazmaz kul azmayınca.” Azanlar kimlerdir? Yunus Suresinin 11. âyet-i kerimesinde azgınlık içinde olanların Allah'a ulaşmayı dilemeyenler olduğunu anlıyoruz.
10 /
YUNUS – 11: Ve lev yuaccilullâhu lin nâsiş şerresti’câlehum bil hayri le kudiye ileyhim eceluhum, fe nezerullezîne lâ yercûne likâenâ fî tugyânihim ya’mehûn(ya’mehûne).
Ve eğer Allah onların hayrı acele istemeleri
gibi insanlara şerr için acele etseydi, elbette onların ecelleri yerine getirilirdi (kaza edilirdi). Fakat (hayatta iken) Bize ulaşmayı dilemeyen kimseleri, isyanları içinde şaşkın bırakırız.Allahû Tealâ musibetlerle onları
imtihan ediyor.
Allahû Tealâ Tevbe Suresinde insanları 2 kere imtihan ettiğini buyuruyor:
9/TEVBE-126: E ve lâ yerevne ennehum yuftenûne fî kulli âmin
merraten ev merrateyni summe lâ yetûbûne ve lâ hum yezzekkerûn(yezzekkerûne).
Ve onlar, senede bir veya iki kere imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra tövbe etmiyorlar (Allah’a yönelmiyorlar) ve onlar
zikir yapmıyorlar (Allah’ın ismini ardarda tekrar etmiyorlar).Allah’ın musibetlerden bir muradı var. Olayları boşuna vücuda getirmiyor. Halk arasında “Bir musibet bin nasihatten iyidir.” ifadesi çok yaygın kullanılmaktadır.
Allah musîbetlerle kullarına nasihat eder. Bu nasihatin arkasında Allah’ın muradı o kişinin kalben Allah’ı dilemesidir.Şu dünya hayatında yaşı, cinsi, mesleği ne olursa olsun herkes huzur ve saadeti arıyor. Mevlâna Hazretlerinin
çok manidar bir deyimi var: “Herkes huzur ve saadeti arıyor ama insanların çoğu huzursuz ve mutsuz.”Bir insan, eğer aradığı şeyi doğru yerde aramıyorsa onu hiç aramıyor demektir. İnsanlar, eğer mutluluğu arıyorlarsa,
onu doğru yerde aramalı ve kalben Allah’a ulaşmayı dilemelidirler. Allahû Tealâ bu bir dilek karşılığında o kişiye ahiret saadetini müjdelemektedir.Allah razı olsun.
Dînde zorlama yoktur. Dînde nasihat etmek, yol göstermek vardır. Her sualin cevabı mutlaka Kur’ân-ı Kerim’de yer almıştır. Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e: “Her şeyi açıklamak için Sana bu Kitab’ı indirdik.”
buyuruyor.
16/NAHL-89: Ve yevme neb’asu fî kulli ummetin şehîden aleyhim min enfusihim ve ci’nâbike şehîden alâ hâulâ(hâulâi), ve nezzelnâ aleykel kitâbe tibyânen likulli şey’in
ve huden ve rahmeten ve buşrâ lil muslimîn(muslimîne).
Ve o gün, bütün ümmetlerin içinde, onların üzerine, onların kendilerinden bir şahit beas ederiz (vazifeli kılarız). Ve seni de onların üzerine şahit
olarak getirdik. Ve sana, herşeyi beyan eden (açıklayan), hidayete erdiren ve rahmet olan Kitab’ı, müslümanlara (Allah’a teslim olanlara) müjde olarak indirdik.Ve En’âm Suresinde Allahû Tealâ: “Biz bu kitapta hiçbir şeyi
eksik bırakmadık.” buyuruyor.
6/EN'ÂM-38: Ve mâ min dâbbetin fîl ardı ve lâ tâirin yatîru bi cenâhayhi illâ umemun emsâlukum, mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in summe ilâ rabbihim yuhşerûn(yuhşerûne).
Ve yeryüzünde yürüyen hayvanlardan ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa (4 ayaklı) hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki; sizin gibi ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik
bırakmadık. Sonra Rab’lerine haşrolunacaklar (olunurlar).Kur’ân-ı Kerim’de herşey açıklandığına göre, “Dînde zorlama var mıdır?” sualinin cevabı için yine Kur’ân-ı Kerim’e bakmamız lâzım. Cevabı Kur’ân’dan bulmamız gerekir.Allahû
Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e Gâşiye Suresinde şöyle sesleniyor:
88/GÂŞİYE-21: Fe zekkir innemâ ente muzekkir(muzekkirun).
Artık zikret (hatırlat), sen sadece müzekkirsin (hatırlatıcısın).
88/GÂŞİYE-22: Leste aleyhim bi musaytırın.
Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin.Âyetlerden bir sonuca ulaşıyoruz. Dînde hatırlatmak (öğüt vermek) vardır, ama dînde zorlamak yoktur. Dînin tebliğcisi Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e
Allah böyle emrediyor. İnsanlar Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e, tebliğ yaparken, ulu-orta yanlış davranışlarda, sözlerde bulunuyorlar. Allahû Tealâ da onların kalbî yapılarını bildiği için, Kaf Suresinin 45. âyet-i kerimesinde
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e şöyle hitap ediyor:
50/KAF-45: Nahnu a’lemu bi mâ yekûlûne ve mâ ente aleyhim bi cebbârin fe zekkir bil kur’âni men yehâfu vaîdi.
Onların ne söylediklerini, en iyi
Biz biliriz. Ve sen onların üzerine, cabbar (zorlayıcı) değilsin. Öyleyse Benim vaadimden (vaadettiğim cezadan, azaptan) korkanları Kur’ân ile ikaz et.Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bu konudaki görevinin, Kur’ân’la
ikaz etmek insanları Allah’a davet etmek olduğu bir kere daha anlaşılıyor.
Akıl ve İrade
Allahû Tealâ Yûnus Suresinde şöyle buyuruyor:
10/YÛNUS-99: Ve lev şâe rabbuke le âmene men fîl ardı kulluhum cemîâ(cemîân), e fe ente tukrihun nâse
hattâ yekûnu mu’minîn(mu’minîne).
Ve şâyet senin Rabbin dileseydi, yeryüzünde olan kimselerin hepsi elbette topluca îmân ederlerdi. Yoksa sen, insanları mü’min(ler) oluncaya kadar zorlayacak mısın?
10/YÛNUS-100: Ve mâ kâne li nefsin en tu’mine illâ bi iznillâh(iznillâhi), ve yec’alur ricse alâllezîne lâ ya’kılûn(ya’kılûne).
Ve Allah’ın izni olmaksızın, bir
kimsenin (bir nefsin) mü’min olması (mümkün) olamaz. Ve (Allah), akıl etmeyen kimselerin üzerine ceza (azap) verir.Âyet-i kerimede, Rabbimiz’in, eğer dileseydi herkesi mü’min kılabileceği belirtiliyor. Ama Allah insanlara
serbest irade vermiş. Ve serbest irade sebebiyle Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin mü’min olması mümkün değil.
Oluşan her olay ya Allah’ın takdiri, ya da Allah’ın müsaadesiyle gerçekleşir. Oluşan
bir olay, ya Allah’ın takdirindedir, yani bu olayı Allah gerçekleştirmektedir. Ya da Allah’ın müsaadesinde, başkaları o olayı gerçekleştirmektedir.Yûnus Suresinin 100. âyet-i kerimesinde, Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin
mü’min olamayacağı zikrediliyor. Yani bir kişinin mü’min olabilmesi kendi cüz’î iradesinin talebine bağlanmıştır. O kişi bizzat Allah’a ulaşmayı dilemelidir.
Ve âyet-i kerimenin devamında Allahû Tealâ şöyle
buyuruyor: “Ve yec’alur ricse alâllezîne lâ ya’kılûn: Ve (Allah), akıl etmeyen kimselerin üzerine ceza (azap) verir.”
Burada aklın kullanılması bizzat iradenin Allah’ın emrine itaat etmesine
bağlıdır. İradenin devreye girdiği her noktada akıl vardır. Aklın devreye girdiği her noktada irade kesinlikle vardır. Bu âyet-i kerimede Allahû Tealâ hem iradeye, hem de akla atıfta bulunuyor.
Hem
iradenin hem de aklın kullanılması mutlak surette hidayetçinin devreye girmesine bağlıdır.
2/BAKARA-38: Kulnâhbitû minhâ cemîa(cemîan), fe immâ ye’tiyennekum minnî
huden fe men tebia hudâye fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Biz dedik ki: “Hepiniz oradan (aşağıya) inin. Benden size mutlaka hidayet gelecektir. O zaman kim hidayetime tâbî olursa,
artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmazlar.”
7/A'RÂF-35: Yâ benî âdeme immâ ye’tiyennekum rusulun minkum yekussûne aleykum âyâtî fe menittekâ ve asleha fe lâ
havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Ey Âdemoğulları! Sizin içinizden, size âyetlerimi anlatan (kıssa eden) resûller geldiği zaman, bundan sonra kim takva sahibi olur ve nefsini ıslâh ederse
(nefs tasfiyesi yaparsa), artık onlara korku yoktur. Ve onlar mahzun olmazlar.“Ey Âdemoğulları! Sizin içinizden, size âyetlerimi anlatan (kıssa eden) resûller geldiği zaman Kim hidayetime tâbî olursa” yani kim Allah’a ulaşmayı
diler ve mürşidine, hidayetçiye, Allah’ın resûlüne tâbî olursa, artık onlara korku yoktur, onlar mahzun olmazlar.Allahû Tealâ’nın, insan dışında serbest irade verdiği mâhluklar var mıdır?Allahû Tealâ cüz’î iradeyi sadece
insanlara ve cinlere vermiştir. Allahû Tealâ 3 asıl ve 3 de karşıt olmak üzere 6 âlem yaratmıştır. Emr âleminde melekler vardır. Allahû Tealâ meleklere de irade vermiştir ama nefs ve ruh vermemiştir. Nefs olmadığı için
bir nevî hepsi irade bağlanmasındadırlar. Melekler sadece Allah’ın emrini yerine getirirler. Ruhları olmadığı için melekler Allah’ın Zat’ına ulaşmazlar. Nefs olmadığı için hiçbir günahı işlemeleri söz konusu değildir. Günahı
işlettiren nefstir. Dolayısıyla meleklerin hepsi Allah’ın emrine harfiyen itaat eden varlıklardır.
Gayb âleminde cinler vardır. Cinlerde akıl, irade, nefs ve fizik beden vardır, ruh yoktur. Allahû Tealâ
Âdem (A.S)’a ruh üfürdüğü zaman hem meleklere, hem cinlere: “Ona secde edin” diye emrediyor. Meleklere ve cinlere, insana secde etmeleri emri verilmesinin sebebi, onlarda ruh olmamasıdır. Allahû Tealâ Âdem (A.S)’a ruh vermiştir.Allah’a
Ulaşmayı Dilemeyen Kişi Hayvanlardan Daha çok Dalâlettedir.
Zahirî âlemde insanlar vardır. İnsanlarda, irade, nefs, fizik beden, ve ruh vardır. Dünya hayatında sadece ruh Allah’ın Zat’ına ulaşabilir. Zahirî âlemde insanların
dışında hayvanlar vardır. Onların da fizik bedenleri, nefsleri vardır ama üfürülen ruhları yoktur. Hayvanlarda irade söz konusu değil. Yani kendi iradeleri ile bir emre itaat edemezler. Âyet-i kerimelerde Allahû Tealâ,
Allah’a ulaşmayı dilemeyen “İnsanların hayvanlar gibi olduğunu” ifade buyuruyor. Hayvanların bir ruhu ve iradesi yok ki Allah’a ulaşmayı dilesin. Bu sebeple hayvanların İrşad kademesini görmeleri, işitmeleri ve idrak etmeleri
mümkün değildir.
7/A'RÂF-179: Ve lekad zere’nâ li cehenneme kesîren minel cinni vel insi lehum kulûbun lâ yefkahûne bihâ ve lehum a’yunun lâ yubsırûne bihâ ve lehum
âzânun lâ yesmeûne bihâ, ulâike kel en’âmi bel hum edallu, ulâike humul gâfilûn(gâfilûne).
Ve andolsun ki; cehennemi, insanların ve cinlerin çoğuna hazırladık (yarattık). Onların kalpleri vardır, onunla
fıkıh (idrak) etmezler. Onların gözleri vardır, onunla görmezler. Onların kulakları vardır, onunla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha çok dalâlettedirler. İşte onlar, onlar gâfillerdir.Hidayetçinin tebliğine
muhatap olduktan sonra, aklını kullanarak, iradesiyle Allah’a ulaşmayı dilemeyen, Allah’ın kendisine üfürdüğü ruh sebebiyle bu dileğin sahibi olmayan kişiler akıllarını ve iradelerini kullanmamışlardır. Geriye nefs ve fizik
beden kalıyor, sadece nefs ve fizik bedenlerini kullanmaktadırlar. Hayvanların da sadece nefs ve fizik bedenleri vardır. Bu tip insanları Allahû Tealâ âyet-i kerimede hayvanlarla mukayese ediyor. “Onlar hayvanlar gibidir,
hatta daha da dalâlettedirler.” Çünkü Allah hayvanları sorumlu kılmamıştır.Hayvanlar bu dünya hayatı ile sınırlıdır, toprak olup gidecekler. İşte bu şekilde Allah’a bu dünya hayatında ulaşmayı dilemeyen insanlar da hayvanlar
gibi toprak olmayı isteyecek. Ama olamayacaklar çünkü Allahû Tealâ onlara sorumluluk vermiştir.
Yûnus Emre Hz.leri ne diyor: “Ölenler hayvan imiş, âşıklar ölmez.”
Âşıklar Allah’a ulaşmayı
dileyip, mürşidine tâbî olarak daimî zikre ulaşanlardır.Dînde Zorlama Yoktur, Âyetleri açıklamak, Nasihat Etmek Vardır.
2/BAKARA-256: Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener
ruşdu minel gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lânfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).
Dînde zorlama yoktur. İrşad yolu (hidayet yolu, Allah’a
ulaştıran yol), gayy yolundan (dalâlet yolundan, şeytana, cehenneme ulaştıran yoldan) açıkça (ayrılıp) ortaya çıkmıştır. Artık kim tagutu (şeytanı ve şeytana ulaştıran yolu) inkâr edip de Allah’a îmân ederse (mü’min olur,
Allah’a ulaştıran yolu tercih ederse), böylece o, (Allah’tan) kopması mümkün olmayan urvetul vuskaya (sağlam bir kulba, mürşidin eline) tutunmuştur. Allah Sem’î’dir, Alîm’dir.Allah’tan kopması mümkün olmayan urvet’ul vuskâ
(sağlam kulb, mürşid) âyetleri tilavet ederek ruhun talebine uymamızı söyler. Ruhun talebine uyarak kim Allah’a ulaşmayı dilerse o tagutu inkar etmiştir. Tagutu inkar eden, Allah’tan kopmayan kulba, mürşide sarılır.Tagut
insan şeytanlar, cin şeytanlardır. Tagut devamlı nefsin afetlerine, hastalıklarına tesir ederek aklı ikna etmeye çalışır ve nefsin talebine uymamızı emreder. Tagutun aklı ikna etmesi halinde kişi ruhun talebine değil nefsin
talebine uyarak dünya hayatını diler. Böylece işlediği şerlerden dolayı kazandığı negatif dereceler sebebiyle gideceği yer cehennem olur.
10 / YUNUS - 7 : İnnellezîne
lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah'a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından
razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10 / YUNUS - 8 : Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
Allah razı olsun.
Dînde zorlama yoktur. Dînde nasihat etmek, yol göstermek vardır. Her sualin cevabı mutlaka Kur’ân-ı Kerim’de yer almıştır. Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e: “Her şeyi açıklamak için Sana bu Kitab’ı indirdik.”
buyuruyor.
16/NAHL-89: Ve yevme neb’asu fî kulli ummetin şehîden aleyhim min enfusihim ve ci’nâbike şehîden alâ hâulâ(hâulâi), ve nezzelnâ aleykel kitâbe tibyânen likulli şey’in
ve huden ve rahmeten ve buşrâ lil muslimîn(muslimîne).
Ve o gün, bütün ümmetlerin içinde, onların üzerine, onların kendilerinden bir şahit beas ederiz (vazifeli kılarız). Ve seni de onların üzerine şahit
olarak getirdik. Ve sana, herşeyi beyan eden (açıklayan), hidayete erdiren ve rahmet olan Kitab’ı, müslümanlara (Allah’a teslim olanlara) müjde olarak indirdik.Ve En’âm Suresinde Allahû Tealâ: “Biz bu kitapta hiçbir şeyi
eksik bırakmadık.” buyuruyor.
6/EN'ÂM-38: Ve mâ min dâbbetin fîl ardı ve lâ tâirin yatîru bi cenâhayhi illâ umemun emsâlukum, mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in summe ilâ rabbihim yuhşerûn(yuhşerûne).
Ve yeryüzünde yürüyen hayvanlardan ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa (4 ayaklı) hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki; sizin gibi ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik
bırakmadık. Sonra Rab’lerine haşrolunacaklar (olunurlar).Kur’ân-ı Kerim’de herşey açıklandığına göre, “Dînde zorlama var mıdır?” sualinin cevabı için yine Kur’ân-ı Kerim’e bakmamız lâzım. Cevabı Kur’ân’dan bulmamız gerekir.Allahû
Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e Gâşiye Suresinde şöyle sesleniyor:
88/GÂŞİYE-21: Fe zekkir innemâ ente muzekkir(muzekkirun).
Artık zikret (hatırlat), sen sadece müzekkirsin (hatırlatıcısın).
88/GÂŞİYE-22: Leste aleyhim bi musaytırın.
Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin.Âyetlerden bir sonuca ulaşıyoruz. Dînde hatırlatmak (öğüt vermek) vardır, ama dînde zorlamak yoktur. Dînin tebliğcisi Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e
Allah böyle emrediyor. İnsanlar Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e, tebliğ yaparken, ulu-orta yanlış davranışlarda, sözlerde bulunuyorlar. Allahû Tealâ da onların kalbî yapılarını bildiği için, Kaf Suresinin 45. âyet-i kerimesinde
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e şöyle hitap ediyor:
50/KAF-45: Nahnu a’lemu bi mâ yekûlûne ve mâ ente aleyhim bi cebbârin fe zekkir bil kur’âni men yehâfu vaîdi.
Onların ne söylediklerini, en iyi
Biz biliriz. Ve sen onların üzerine, cabbar (zorlayıcı) değilsin. Öyleyse Benim vaadimden (vaadettiğim cezadan, azaptan) korkanları Kur’ân ile ikaz et.Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bu konudaki görevinin, Kur’ân’la
ikaz etmek insanları Allah’a davet etmek olduğu bir kere daha anlaşılıyor.
Akıl ve İrade
Allahû Tealâ Yûnus Suresinde şöyle buyuruyor:
10/YÛNUS-99: Ve lev şâe rabbuke le âmene men fîl ardı kulluhum cemîâ(cemîân), e fe ente tukrihun nâse
hattâ yekûnu mu’minîn(mu’minîne).
Ve şâyet senin Rabbin dileseydi, yeryüzünde olan kimselerin hepsi elbette topluca îmân ederlerdi. Yoksa sen, insanları mü’min(ler) oluncaya kadar zorlayacak mısın?
10/YÛNUS-100: Ve mâ kâne li nefsin en tu’mine illâ bi iznillâh(iznillâhi), ve yec’alur ricse alâllezîne lâ ya’kılûn(ya’kılûne).
Ve Allah’ın izni olmaksızın, bir
kimsenin (bir nefsin) mü’min olması (mümkün) olamaz. Ve (Allah), akıl etmeyen kimselerin üzerine ceza (azap) verir.Âyet-i kerimede, Rabbimiz’in, eğer dileseydi herkesi mü’min kılabileceği belirtiliyor. Ama Allah insanlara
serbest irade vermiş. Ve serbest irade sebebiyle Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin mü’min olması mümkün değil.
Oluşan her olay ya Allah’ın takdiri, ya da Allah’ın müsaadesiyle gerçekleşir. Oluşan
bir olay, ya Allah’ın takdirindedir, yani bu olayı Allah gerçekleştirmektedir. Ya da Allah’ın müsaadesinde, başkaları o olayı gerçekleştirmektedir.Yûnus Suresinin 100. âyet-i kerimesinde, Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin
mü’min olamayacağı zikrediliyor. Yani bir kişinin mü’min olabilmesi kendi cüz’î iradesinin talebine bağlanmıştır. O kişi bizzat Allah’a ulaşmayı dilemelidir.
Ve âyet-i kerimenin devamında Allahû Tealâ şöyle
buyuruyor: “Ve yec’alur ricse alâllezîne lâ ya’kılûn: Ve (Allah), akıl etmeyen kimselerin üzerine ceza (azap) verir.”
Burada aklın kullanılması bizzat iradenin Allah’ın emrine itaat etmesine
bağlıdır. İradenin devreye girdiği her noktada akıl vardır. Aklın devreye girdiği her noktada irade kesinlikle vardır. Bu âyet-i kerimede Allahû Tealâ hem iradeye, hem de akla atıfta bulunuyor.
Hem
iradenin hem de aklın kullanılması mutlak surette hidayetçinin devreye girmesine bağlıdır.
2/BAKARA-38: Kulnâhbitû minhâ cemîa(cemîan), fe immâ ye’tiyennekum minnî
huden fe men tebia hudâye fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Biz dedik ki: “Hepiniz oradan (aşağıya) inin. Benden size mutlaka hidayet gelecektir. O zaman kim hidayetime tâbî olursa,
artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmazlar.”
7/A'RÂF-35: Yâ benî âdeme immâ ye’tiyennekum rusulun minkum yekussûne aleykum âyâtî fe menittekâ ve asleha fe lâ
havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Ey Âdemoğulları! Sizin içinizden, size âyetlerimi anlatan (kıssa eden) resûller geldiği zaman, bundan sonra kim takva sahibi olur ve nefsini ıslâh ederse
(nefs tasfiyesi yaparsa), artık onlara korku yoktur. Ve onlar mahzun olmazlar.“Ey Âdemoğulları! Sizin içinizden, size âyetlerimi anlatan (kıssa eden) resûller geldiği zaman Kim hidayetime tâbî olursa” yani kim Allah’a ulaşmayı
diler ve mürşidine, hidayetçiye, Allah’ın resûlüne tâbî olursa, artık onlara korku yoktur, onlar mahzun olmazlar.Allahû Tealâ’nın, insan dışında serbest irade verdiği mâhluklar var mıdır?Allahû Tealâ cüz’î iradeyi sadece
insanlara ve cinlere vermiştir. Allahû Tealâ 3 asıl ve 3 de karşıt olmak üzere 6 âlem yaratmıştır. Emr âleminde melekler vardır. Allahû Tealâ meleklere de irade vermiştir ama nefs ve ruh vermemiştir. Nefs olmadığı için
bir nevî hepsi irade bağlanmasındadırlar. Melekler sadece Allah’ın emrini yerine getirirler. Ruhları olmadığı için melekler Allah’ın Zat’ına ulaşmazlar. Nefs olmadığı için hiçbir günahı işlemeleri söz konusu değildir. Günahı
işlettiren nefstir. Dolayısıyla meleklerin hepsi Allah’ın emrine harfiyen itaat eden varlıklardır.
Gayb âleminde cinler vardır. Cinlerde akıl, irade, nefs ve fizik beden vardır, ruh yoktur. Allahû Tealâ
Âdem (A.S)’a ruh üfürdüğü zaman hem meleklere, hem cinlere: “Ona secde edin” diye emrediyor. Meleklere ve cinlere, insana secde etmeleri emri verilmesinin sebebi, onlarda ruh olmamasıdır. Allahû Tealâ Âdem (A.S)’a ruh vermiştir.Allah’a
Ulaşmayı Dilemeyen Kişi Hayvanlardan Daha çok Dalâlettedir.
Zahirî âlemde insanlar vardır. İnsanlarda, irade, nefs, fizik beden, ve ruh vardır. Dünya hayatında sadece ruh Allah’ın Zat’ına ulaşabilir. Zahirî âlemde insanların
dışında hayvanlar vardır. Onların da fizik bedenleri, nefsleri vardır ama üfürülen ruhları yoktur. Hayvanlarda irade söz konusu değil. Yani kendi iradeleri ile bir emre itaat edemezler. Âyet-i kerimelerde Allahû Tealâ,
Allah’a ulaşmayı dilemeyen “İnsanların hayvanlar gibi olduğunu” ifade buyuruyor. Hayvanların bir ruhu ve iradesi yok ki Allah’a ulaşmayı dilesin. Bu sebeple hayvanların İrşad kademesini görmeleri, işitmeleri ve idrak etmeleri
mümkün değildir.
7/A'RÂF-179: Ve lekad zere’nâ li cehenneme kesîren minel cinni vel insi lehum kulûbun lâ yefkahûne bihâ ve lehum a’yunun lâ yubsırûne bihâ ve lehum
âzânun lâ yesmeûne bihâ, ulâike kel en’âmi bel hum edallu, ulâike humul gâfilûn(gâfilûne).
Ve andolsun ki; cehennemi, insanların ve cinlerin çoğuna hazırladık (yarattık). Onların kalpleri vardır, onunla
fıkıh (idrak) etmezler. Onların gözleri vardır, onunla görmezler. Onların kulakları vardır, onunla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha çok dalâlettedirler. İşte onlar, onlar gâfillerdir.Hidayetçinin tebliğine
muhatap olduktan sonra, aklını kullanarak, iradesiyle Allah’a ulaşmayı dilemeyen, Allah’ın kendisine üfürdüğü ruh sebebiyle bu dileğin sahibi olmayan kişiler akıllarını ve iradelerini kullanmamışlardır. Geriye nefs ve fizik
beden kalıyor, sadece nefs ve fizik bedenlerini kullanmaktadırlar. Hayvanların da sadece nefs ve fizik bedenleri vardır. Bu tip insanları Allahû Tealâ âyet-i kerimede hayvanlarla mukayese ediyor. “Onlar hayvanlar gibidir,
hatta daha da dalâlettedirler.” Çünkü Allah hayvanları sorumlu kılmamıştır.Hayvanlar bu dünya hayatı ile sınırlıdır, toprak olup gidecekler. İşte bu şekilde Allah’a bu dünya hayatında ulaşmayı dilemeyen insanlar da hayvanlar
gibi toprak olmayı isteyecek. Ama olamayacaklar çünkü Allahû Tealâ onlara sorumluluk vermiştir.
Yûnus Emre Hz.leri ne diyor: “Ölenler hayvan imiş, âşıklar ölmez.”
Âşıklar Allah’a ulaşmayı
dileyip, mürşidine tâbî olarak daimî zikre ulaşanlardır.Dînde Zorlama Yoktur, Âyetleri açıklamak, Nasihat Etmek Vardır.
2/BAKARA-256: Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener
ruşdu minel gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lânfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).
Dînde zorlama yoktur. İrşad yolu (hidayet yolu, Allah’a
ulaştıran yol), gayy yolundan (dalâlet yolundan, şeytana, cehenneme ulaştıran yoldan) açıkça (ayrılıp) ortaya çıkmıştır. Artık kim tagutu (şeytanı ve şeytana ulaştıran yolu) inkâr edip de Allah’a îmân ederse (mü’min olur,
Allah’a ulaştıran yolu tercih ederse), böylece o, (Allah’tan) kopması mümkün olmayan urvetul vuskaya (sağlam bir kulba, mürşidin eline) tutunmuştur. Allah Sem’î’dir, Alîm’dir.Allah’tan kopması mümkün olmayan urvet’ul vuskâ
(sağlam kulb, mürşid) âyetleri tilavet ederek ruhun talebine uymamızı söyler. Ruhun talebine uyarak kim Allah’a ulaşmayı dilerse o tagutu inkar etmiştir. Tagutu inkar eden, Allah’tan kopmayan kulba, mürşide sarılır.Tagut
insan şeytanlar, cin şeytanlardır. Tagut devamlı nefsin afetlerine, hastalıklarına tesir ederek aklı ikna etmeye çalışır ve nefsin talebine uymamızı emreder. Tagutun aklı ikna etmesi halinde kişi ruhun talebine değil nefsin
talebine uyarak dünya hayatını diler. Böylece işlediği şerlerden dolayı kazandığı negatif dereceler sebebiyle gideceği yer cehennem olur.
10 / YUNUS - 7 : İnnellezîne
lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah'a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından
razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10 / YUNUS - 8 : Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
Allah razı olsun.
Günümüzde İslâm anıldığı zaman çoğu kişinin aklına terörizm geliyor. İnsanları ahiret ve dünya saadetine muhakkak surette ulaştıracak olan barışın yegâne teminatı olan hanif dînini, eğer insanlar bir terörizm vasıtası
olarak görüyorlarsa o zaman kesinlikle yaşanan dîn, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân-ı Kerim’de açıklanan hanif dîni değildir. Hanif dîni insanları mutluluğa eriştirecek tek kurumdur.
Üç kitaplı dînin
de esasını Hz. İbrahim’in “Hanif Dîni” teşkil eder. Sırası ile Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerim 7 safha ve 4 teslimi kapsar. Hanif Dîni üç esas ihtiva eder:
1. Vahdet: Tek Allah’a inanmak.
2. Tevhid: Allah’a ruhlarını ulaştırmayı dileyen tek bir toplum oluşturmak. (Böylece toplumlar arasındaki bütün kavgayı bitirmek, yok etmek.)
3. Teslim: Allah’a teslim olmak. (Ruhu,
vechi, nefsi ve iradeyi Allah’a teslim etmek.)Ama insanlar Allah’ın Kur’ân, Tevrat ve İncil’deki hakikatlerini bir tarafa bırakarak sonradan kendi elleriyle yazdıkları bid’atlere tâbî olmuşlar ve bunun sonucunda dînde fırkalara
ayrılmışlardır. Demek ki kitaplardaki emirler bid’atler sebebiyle yerine getirilmemektedir.
Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimizin zikrettiği, dînde fırkalara ayrılan insanları saran elim azabı, kıyametten
evvel oluşacak 10 büyük alâmetten birisi olan duhan fitnesini, Allahû Tealâ Duhân Suresinin 10, 11, 12, 13 ve 14. âyetlerinde bildirmiştir:
44/DUHÂN-10: Fertekib yevme
te’tîs semâu bi duhânin mubîn(mubînin).
Artık göğün, apaçık duman (fitne) getireceği günü gözle.
44/DUHÂN-11: Yagşân nâs(nâse), hâzâ azâbun elîm(elîmun).
(O fitne ki) insanları (insanların büyük kısmını) sarmıştır. İşte bu, elîm bir azaptır.
44/DUHÂN-12: Rabbenekşif annel azâbe innâ mû’minûn(mû’minûne).
Rabbimiz, azabı bizden kaldır. Muhakkak ki biz, mü’minleriz.
44/DUHÂN-13: Ennâ lehumuz zikrâ ve kad câehum resûlun mubîn(mubînun).
Onlara (herşeyi) açıklayan bir resûl gelmişti. (Buna rağmen resûlün söylediklerinden)
ibret almadılar.
44/DUHÂN-14: Summe tevellev anhu ve kâlû muallemun mecnûn(mecnûnun).
Ve (O’NA) (şeytan tarafından vahyedilerek) “öğretilmiş” ve “deli” dediler ve sonra O’NDAN yüz çevirdiler.Allahû Tealâ 14 asır evvel Kur’ân-ı Kerim’in kendisine indirildiği Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’e:
“Semanın apaçık bir dumanla kaplandığı günlere bak” diye hitap ediyor.
Allah’a inançları sebebiyle mü’min olduklarını sanan insanlar: “Bizden bu azabı kaldır. Biz mü’minleriz.” diye dua ediyorlar.
Allah’ın
resûlleriyle gönderilen şeriat kitaplarına uygun olarak yaşandığı taktirde azap yoktur, ahiret ve dünya saadeti vardır. Tebliğe muhatap olmasına rağmen Allah’ın davetine icabet etmeyen, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlere Allah
azap eder.
Eğer insanlar el açıp: “Rabbimiz, bizden bu azabı kaldır. Biz mü’minleriz.” diyorlarsa bu aynı zamanda bir itiraf belgesidir. İnsanların saadet davetiyesi, saadet reçetesi ve saadet garantisi
olan şeriat kitaplarını yaşamadıklarının kesin itirafıdır.A’râf Suresinin 188. âyet-i kerimesi özelde Allah’ın tasarrufunda Nebîler Sultanı Peygamber (S.A.V) Efendimiz için geçerli olmasına karşılık umumi (genel) mânâda
nebîlerin olmadığı fetret devirlerinde vekâleten devrin imamları olarak seçilen herkes için de geçerlidir. Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
7/A'RÂF-188: Kul lâ emliku
li nefsî nef’an ve lâ darran illâ mâşaallâh(mâşaallâhu), ve lev kuntu a’lemul gaybe lesteksertu minel hayri ve mâ messeniyes sûu in ene illâ nezîrun ve beşîrun li kavmin yu’minûn(yu’minûne).
De ki:
“Allah’ın dilemesi hariç, ben kendime fayda veya zarar verecek güce malik değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, hayrı mutlaka çoğaltırdım, bana bir kötülük dokunmazdı. Ben ancak mü’min olan kavim için bir nezir (uyaran)
ve müjdeleyiciyim.Bu âyet-i kerime Mehdi Resûl’ün kendi iradesiyle değil, Allah’ın İradesi ile hareket ettiğini, Allah’ın tasarrufunda olduğunu bize ispat etmektedir.
Enfâl Suresinin 17. âyet-i kerimesinde
Allahû Tealâ Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’e hitap ederek şöyle buyuruyor:
8/ENFÂL-17: Fe lem taktulûhum ve lâkinnallâhe katelehum, ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ, ve li yubliyel mu’minîne minhu belâen hasenâ(hasenen), innallâhe
semîun alîm(alîmun).
Onları siz öldürmediniz ama onları Allah öldürdü. Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı. Ve Allah, mü’minleri Kendisinden ahsen belâ ile imtihan eder. Muhakkak ki
Allah, işitendir ve bilendir.“Bir avuç kumu yerden alıp düşmanın üzerine attığın zaman onu sen atmadın, Biz attık.” buyuruyor. Aslında insanlar, kumu yerden alıp düşmanın üzerine atanın Resûlullah olduğunu açıkça görüyor.
Allahû Tealâ, Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz’in vücudunun her zerresine, eline de daimî tecelli ediyor. Allahû Tealâ daimî tecelli sebebiyle: “Onu sen atmadın, Biz attık.” buyuruyor. “Görünen sensin ama aslında Biz seni
kullanarak bunu gerçekleştirdik.” buyuruyor.
Buradan çıkan sonuç; tasarruf rızasının sahibi olan resûle Allahû Tealâ neyi yaptırırsa resûl sadece onu yapar.
Ahzâb Suresinin 38.
âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor:
33/AHZÂB-38: Mâ kâne alen nebiyyi min harecin fîmâ faradallâhu leh, sunnetallâhi fîllezîne halev min kabl(kablu), ve kâne
emrullâhi kaderen makdûrâ(makdûran).
Nebî için, Allah’ın O’na farz kıldığı şeyi (yerine getirmesinde) O’na bir güçlük yoktur. Daha önce gelip geçenler için de Allah’ın sünneti buydu. Allah’ın emri, taktir edilmiş bir kader idi (yerine
getirildi).“Nübüvvetle vazifeli kıldığı nebîler üzerinde bir güçlük yoktur.” Çünkü nebî için vaaz edilen bütün emirler, hükümler, Allah tarafından yerine getirilmektedir. Allah için nasıl zorluk yoksa, Allah’ın tasarrufunda
olan nebî için de zorluk yoktur.
Kur’ân, Tevrat ve İncil hükümlerine aykırı olan bid’atlerin devreye girmesiyle, insanlar artık bid’atlere dayalı bir dîn tatbikatını yaşamaktadırlar. Bid’atlere dayalı geleneksel dîn tatbikatıyla kimsenin
Allah’ın gösterdiği ahiret ve dünya saadeti hedefine ulaşması mümkün değil. Allahû Tealâ bu hakikati, Mâide Suresinin 15. âyet-i kerimesinde şöyle dile getiriyor:
5/MÂİDE-15: Yâ ehlelkitâbi kad câekum resûlunâ yubeyyinu lekum kesîran mimmâ kuntum tuhfûne minel kitâbi ve ya’fû an kesîr(kesîrin), kad câekum minallâhi nûrun ve
kitâbun mubîn(mubînun).
Ey kitap ehli! (Kitap sahipleri), Kitap’tan çoğunu gizlemiş olduğunuz ve çoğundan vazgeçtiğiniz şeyleri, size beyan eden bir Resûl’ümüz gelmiştir. Size Allah’tan bir nur ve
apaçık bir kitap gelmiştir.Âyet-i kerimede zikredilen “kitap sahipleri” hitabı sebebiyle, kitap sahipleri kavramı yahudileri, hristiyanları ve müslümanların tümünü kapsamaktadır.
Mehdi Resûl, Kitap
sahiplerinin terk ettiği, gizlediği, tatbikattan çıkardığı 7 safha ve 4 teslimden oluşan hanif dîninin tüm hükümlerini tekrar izhar etmek, öğretmek ve yaşattırmak üzere dinleri birleştirmekle vazifelidir. MEHDİ RESÛL tatbikattan
çıkarılan âyetlerin tekrar yaşanmasını hidayet çağında sağlayacak ve dîni, insanların kendi elleriyle ürettikleri bid’atlardan temizleyecektir. İnsanların Allah’ın gönderdiği kitapları Resûlleri ile birlikte yaşamaları
halinde, peygamberler devrindeki mutluluğun tekrar yaşanması mümkündür. Mutsuzluktan kurtuluş nefs tezkiyesi ve tasfiyesi ile mümkündür. Bunlar ise (her üç kitapta bulunan) 7 safhadaki 4 teslimin yaşanmasına bağlıdır.Hz.
Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, tasarrufla ilgili bir hadîs-i şerifinde şöyle vaaz ediyor:
“Kul Allah’a en çok Allah’ın farz kıldığı ibadetlerle yaklaşır. Ama nafile ibadetlerle de yaklaşır. Allahû
Tealâ: ‘Ben kulumu seversem onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. O Benimle görür. O Benimle işitir. O Benimle konuşur. O Benimle tutar. O Benimle yürür’. buyuruyor.”Bu hadis, bize her devirde
tasarrufta olan devrin imamlarını anlatıyor. Kendi devrinde, Devrin İmamı olan Yunus Emre, tasarrufta olduğunu veciz bir şekilde şöyle açıklamaktadır:
- “O ne derse ben yaparım. Ben ne dersem O yapar.”
- “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.”Kâfir: “Allah’ın hakikâtlerini kefreden, örten, gizleyen” demektir. Allahû Tealâ Tevbe
32’de, bid’atlerin tatbikatta olduğu günümüzde, dîn öğreticilerinin hidayeti dilemedikleri gibi, başkalarının dilemesine, hidayetine mâni olmaları sebebiyle ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürdüklerinden bahsediyor:
9/TEVBE-32: Yurîdûne en yutfîû nûrallâhi bi efvâhihim ve ye'ballâhu illâ en yutimme nûrehu ve lev kerihel kâfirûn(kâfirûne).
(Onlar) ağızları ile Allah’ın nurunu
söndürmeyi istiyorlar. Ve Allah, kâfirler kerih görseler bile nurunu tamamlamaktan başka bir şey istemez.Allah'ın sözü yerine gelmiştir. Allah her şeyi bir sebep ve sonuç tahtında yaratmaktadır. Hidayet çağında, Allah’ın
kendisine söylettirdiğini söyleyen Mehdi Resûl’le Allah nurunu tamamlayacaktır. Kısaca Mehdi Resûl’le, bütün insanlar bir ikinci Asr-ı Saadet’i mutlaka hidayet çağında yaşayacaklar. Herkes hanif dîninin muhtevası olan 7
safha ve 4 teslimi öğrenmek ve yaşamak suretiyle Kur’ân ahlâkıyla, Tevrat ahlâkıyla, İncil ahlâkıyla, kısacası Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanacaktır. 9/TEVBE-33: Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ ve dînil hakkı li yuzhirehu
aled dîni kullihî ve lev kerihel muşrikûn(muşrikûne).
Resûlünü müşrikler kerih görseler de, hidayetle ve hak dîn ile (bu dîni) bütün dînler üzerine izhar etmesi (hak dîn olduğunu ispat etmesi) için
gönderen O’dur.Saff Suresinin 8. ve 9. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ aynı hakikati bir kere daha zikrediyor:
61/SAFF-8: Yurîdûne li yutfiû nûrallâhi bi efvâhihim vallâhu mutimmu nûrihî ve lev kerihel kâfirûn(kâfirûne).
Onlar, ağızları ile Allah’ın nurunu
söndürmeyi istiyorlar. Ve Allah, kâfirler kerih görseler bile nurunu tamamlayacak olandır.
61/SAFF-9: Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ ve dînil hakkı li yuzhirehu
aled dîni kullihî ve lev kerihel muşrikûn(muşrikûne).
Resûl’ünü hidayet ile ve (esasları unutulmuş olan) dînlerin hepsinin üzerine, izhar etmek (açıklayıp doğrusunu ispat etmek) için, Hakk dîn (Allah’ın ezelî ve ebedî olan dîni) ile gönderen O’dur. Ve müşrikler,
kerih görseler bile.“Müşrikler, kerih görseler bile Resûl’ünü hidayetle ve hak dînle, dînin bütün hükümlerini izhar etmek, 7 safha ve 4 teslimle açıklamak üzere gönderen Allah’tır.” Allahû Tealâ, hidayetin kaybolduğu günümüzde,
tekrar dînin bütünü olan hidayetin 7 safhasını günümüz insanına öğretmek, yaşatmak, onları kâmil mânâda ahiret ve dünya saadetine ulaştırmakla vazifeli kıldığı Resûl’ün tüm âlemler için hidayetçi olması sebebiyle “Mehdi”
ismini vermiştir. Allah tasarruf ettiği için O’nun kendisinden, nefsinden bir söz söylemesi mümkün değildir. Bu sebeple Allah'ın tasarruf ettiği Mehdi Resûl’e itaat, aslında Allah'a itaattir.
4/NİSÂ-80: Men yutiır resûle fe kad atâallâh(atâallâhe), ve men tevellâ fe mâ erselnâke aleyhim hafîzâ(hafîzen).
Kim Resûl'e itaat ederse, böylece Allah'a itaat etmiş olur. Ve kim yüz çevirirse, o taktirde
Biz seni, onların üzerine muhafız olarak göndermedik.Âli İmrân Suresinin 132. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ evrensel hükmünü şöyle ifade ediyor:
3/ÂLİ İMRÂN-132: Ve atîûllâhe ver resûle leallekum turhamûn(turhamûne).
Ve, Allah’a ve Resul’e itaat edin, umulur ki böylece siz rahmet olunursunuz.Allah'ın
tasarrufunda olan Mehdi Resûl’e biat, aslında Allah'a biattir. Gerçekten Fetih Suresinin 10. âyet-i kerimesine baktığımız zaman net olarak şunu görüyoruz:
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih(nefsihî), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe
fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli
etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim
de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).Allahû Tealâ burada “Allah'ın
eli, onların elinin üzerindedir.” buyurmakla Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’in her zerresine daimî tecelli ettiğini bize bildiriyor. Bizzat: “Sana biat edenler gerçekte Allah'a biat etmişlerdir.” Eline de tecelli
ettiği için Allahû Tealâ: “Allah'ın eli onların elinin üzerindedir.” buyuruyor.
Bugün O’nun yegâne mirasını devralan Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi, Devrin İmamı Mehdi Resûl’e itaat eden Allah'a itaat eder, Mehdi Resûl’e asi olan da Allah'a asi olur.
Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz vaazettiği bir hadîste şöyle buyuruyor:
“Benden sonra nebî gelmeyecek. Ben Hâtem’ul Enbiyâ’yım. Ama benden sonra imamlar gelecek. Onlara itaat eden bana itaat etmiştir. Onlara asi olan, bana asi olmuştur.”
Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz Kendisi için geçerli olan hükmün, bütün vekâleten devrin imamları için geçerli olduğunu buyurduğu başka bir hadîsinde şöyle açıklıyor: “Ben nasıl vahiy üzere mücâdele
ettiysem, O da Benim sünnetim üzerine mücâdele eder.”
“Benimle insanlar nasıl şirkten kurtuldularsa Mehdi Resûl ile fitneden kurtulacaklardır” buyuruyor. Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz’in sünneti
Allahû Tealâ’nın Kendisine söylettirdiği vahye tâbî olmaktır.
53/NECM-3: Ve mâ yentıku anil hevâ.
Ve o, hevasından (kendiliğinden) konuşmaz.
53/NECM-4: İn huve illâ vahyun yûhâ.
(O’nun söyledikleri), sadece O’na vahyolunan
vahiydir.Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz: “En hayırlınız Kur’ânı öğrenen ve öğretendir.” buyuruyor. Ümmetimin en hayırlısı Mehdi Resûl demesi Mehdi Resûl’ün Allah’ın öğretisiyle sadece Kur’ânla dîni öğretmesi sebebiyledir.
Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz: “Bir zamanlar gelecek, size ruh verenler gelecek. Onları arayın, bulun. Kim zamanın imamına arif olmazsa, o cahiliyye standartları ile ölür.” buyuruyor.
Mehdi
Resûl, devamlı olarak insanları Allah'a davet etmektedir, Allah'ın davetini insanlara tebliğ etmektedir. “Ey insanlar! Duyduk duymadık demeyin! Allah'a ulaşmayı dileyin. Dilerseniz, siz ruhunuzu Allah'a ulaştırmayacaksınız,
Allah sizin ruhunuzu Kendisine ulaştıracaktır.” buyuruyor. Vuslata ermenin mükâfatı 3. kat cennet ve dünya saadetinin yarısıdır. Bu Allahû Tealâ’nın bütün insanlara bir ikramıdır, bir lütfudur, bir fazl-ı keremidir. Hz.
Peygamber (S.A.V) Efendimiz “Allah'ın Kitab’ı olan Furkan’la, Kur’ân-ı Kerim’ledir. Çünkü sizden evvelkilerin haberi bu Kitap’ta vardır. Sizden sonrakilerin de haberi bu Kitap’ta vardır. Sizin aranızdakilerin de hükmü
bu kitapta vardır.” Kısacası, Kur’ân-ı Kerim evvelin de zikridir, ahirin de zikridir, anın da zikridir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim ilmi rahmeti her şeyi kuşatan Allah'ın kelâmıdır. Bu sebeple Mehdi Resûl’ün öğretisi herkes
için ahiret ve dünya saadetinin teminatıdır.Allah razı olsun
Şerrin Allah’tan olması söz konusu değildir. Allahû Tealâ 2 âyet-i kerimede bunu ifade ediyor.
Ruh Allah’ın temsilcisidir. Ruhta 19 tane haslet vardır. Ruhun negatif bir talepte bulunması
mümkün değildir. Ruhun talebi tamamen hayır olduğuna göre, o zaman zaten şerrin Allah’tan olması mümkün değildir. Ama bir de nefse bakacak olursak, Allahû Tealâ Nisâ Suresinde Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e şöyle sesleniyor:
4 / NİSÂ - 79: Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh(minallâhi), ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike. Ve erselnâke lin nâsi resûlâ(resûlen). Ve kefâ billâhi
şehîdâ(şehîden).
Sana iyilikten (hasenatdan) ne isabet ederse, işte o Allah'tandır. Ve sana kötülükten (seyyiattan) ne isabet ederse, o taktirde o, kendi nefsindendir (derecat kaybedecek bir şey yapmandan dolayıdır). Ve
seni, insanlara Resûl olarak gönderdik ve şahit olarak Allah yeter. Bu âyet-i kerimede hayrın Allah’tan, şerrin nefsimizden olduğu zikredilmektedir. Şerr bize derecat kaybettiren her şeydir. Hayır da bize derecat kazandıran
her şeydir. Bir insan zulmettiği zaman derecat kaybeder. Yani zulüm de bir şerrdir.Yûnus Suresine baktığımızda Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
10 / YÛNUS -
44: İnnallâhe lâ yazlimun nâse şey'en ve lâkinnen nâse enfusehum yazlimûn(yazlimûne).
Muhakkak ki Allah, insanlara (hiç)bir şeyle (asla) zulmetmez. Lâkin insanlar, kendi nefslerine zulmederler. Âyet-i kerimede zikredildiği gibi Allahû Tealâ insanlara asla zulmetmez. Yani şerr asla vermez.
Lakin insanlar kendi nefslerine zulmederler. İnsanlar kendi hevalarına uymak suretiyle şerr işlerler.Öyleyse şerrin Allah’tan olması mümkün değildir. Hayır Allah’tan, şer bizim kendi nefsimizdendir. Bu sebeple de insanlar
cehennemi hak ederler, ama cennete Allah’ın fazlı keremi ile girerler.Mükâfat ve Mücazatın Varlığı Serbest İrade Sebebiyle midir?
76 / İNSÂN (DEHR) - 3: İnnâ hedeynâhus sebîle immâ şâkiren ve immâ kefûrâ(kefûren).
Muhakkak ki Biz, onu (Allah'a ulaştıran) yola hidayet ettik. Fakat o, ya (Allah'a
ulaşmayı diler) şükreden olur, ya da (Allah'a ulaşmayı dilemez) küfreden olur. Hidayetçi âyetleri tilâvet ettiği zaman insanları Allah’a davet eder. Daveti kabul edenler şükredenlerdir. Daveti kabul etmeyenler de küfredenlerdir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde: “Allah’ın davetine icabet etmeyen Allah’ın resûlüne asi olur.” buyurmuştur.Her halükârda kişinin bu davet karşısında kendisine düşeni yapması, Allah’a ulaşmayı dilemesi
lâzımdır. Dileği gerçekleştirdiği noktada mutlaka Allah o kişiyi Kendisine ulaştırıyor, onu ermiş evliya kılıyor. Bunu yapan Allah’dır. Burada sadece Allah’a ulaşmayı dilemek kişiye aittir.7 furkanı Allah o kişiye veriyor.
12 ihsanla o kişiyi destekliyor. Huşû sahibi olan kişi hacet namazı kılması halinde Allah ona mürşidini gösteriyor, tâbiiyetini gerçekleştirdiği takdirde Allahû Tealâ ona 7 ni’meti veriyor. Vasıta emirleri sevdiriyor. O
kişinin vasıta emirleri zikri severek yapması halinde 7 kademede onun nefsini tezkiye eden Allah, 7 kademede ruha seyr-i sülûk’u yaptırarak yoklukta Allah’ın Zat’ına ulaşmasını sağlıyor. Sanki bütün bunları kişi yapmış
gibi, Allah ona mükâfatını; 3. kat cennet ve dünya saadetinin yarısını veriyor.Kişinin ruhun talebine uyarak kalben Allah’a ulaşmayı dilemesi halinde mükâfat verilir. Nefsin talebine uyarak dünya hayatını dilemesi halinde
ceza verilir. Mükâfat ve cezanın varlığı serbest irade sebebiyledir.İnsanların cehenneme mahkûm olması kendi iradeleri Allah’a ulaşmayı dilememesi sebebiyledir. İnsanların cennete gitmesi de gene kendi iradeleriyle kalben
Allah’a ulaşmayı dilemesinin bir sonucudur. İradeleri ile Allah’ı dilerlerse mutlaka kurtuluştadırlar. İradeleri ile Allah’ı dilemezlerse kurtuluşta değillerdir. Cennet insanlar için bir mükâfat yeri, cehennem ise ceza
(mücazat) yeridir.Allah razı olsun.
İnsanların, dünya ve sonsuz âhiret saadetine kavuşmalarına sebep olan her şeye ni’met denir. Kullarına lâzım olan bütün ni’metleri Allahû Teâlâ yaratmış, bunlardan nasıl istifade edileceğini, Peygamberleri ile
gönderdiği kitaplarında bildirmiştir. Her kim bu kitaplara uygun yaşarsa, dünyada rahat ve huzur içinde olur.Peygamber (S.A.V) Efendimiz hadîs-i şerifinde: “Ey insanoğlu! Allahû Teâlâ her şeyi senin için yarattı. Seni de
Kendisi için yarattı.” buyuruyor.Fakat günümüzde insanlar Allahû Teâlâ’nın insan için yarattığı şeyler ile meşgul, yaratılış gayesi olan ni’metin sâhibi Allahû Tealâ’yı unutmuşlar. Ni’met sahibine şükür, O’nun verdiği ni’mete
şükür etmektir. Allahû Tealâ Secde-9’da insan için şöyle buyuruyor:
32 / SECDE - 9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah),
onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem'î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz. Allahû Tealâ’nın
insana verdiği en büyük ni’met bize üfürdüğü ruhtur. Bu ni’metin şükrünü yerine getirmek ancak dünya hayatında, sahibi olan Allah’a ulaştırılmasıyla, Allah’a teslim edilmesiyle mümkündür.Talebelerden birisi birgün mürşidine
sormuş:
- Efendim, Allahû Teâlâ’ya şükredici bir kul olabilmek için ne yapmak lâzımdır? Mürşidi şöyle cevap vermiş:
- Allahû Teâlâ’ya şükredici bir kul olabilmen için, yeryüzünde senden fazla nîmet verilmiş bir kulun olmadığını düşünmelisin. Talebe:
- Efendim, benden fazla nîmet verilmiş bir kimsenin
olmadığını nasıl düşünebilirim ki? Zira Allahû Teâlâ, Peygamberlere, âlimlere ve hükümdarlara herkesten fazla ni’met vermiştir.
- Evladım, eğer peygamberlere o ni’met verilmeseydi, sen ruhunu Allah’a ulaştıramazdın,
hidayete eremezdin. Âlimler de peygamberlerin varisleridir. Onlar olmasaydı, Allah’a ulaştıran yola giremezdin. Hükümdarlar olmasaydı, evinde emin bir halde rahat oturamazdın. Bütün bunların hepsi, sana verilen ni’metlerden
değil midir?
37 / SÂFFÂT - 114: Ve lekad menennâ alâ mûsâ ve hârûn(hârûne).
Ve andolsun ki Musa (A.S)'ı ve Harun (A.S)'ı ni'metlendirdik.
43 / ZUHRÛF - 59: İn huve illâ abdun en’amnâ aleyhi ve cealnâhu meselen li benî isrâîl(isrâîle).
O (Hz. İsa), sadece ni'metlendirdiğimiz bir kuldur.
Ve onu İsrailoğullarına örnek (ibret) kıldık.
3 / ÂLİ İMRÂN - 164: Le kad mennallâhu alel mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve
in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Andolsun ki Allah, mü'minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni'met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden
bir resûl beas eder. Onlara O'nun (Allah'ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler. Ni’metlere
şükredilirse artacağı, şükredilmezse elden gideceği, Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmektedir. Ni’metin kıymetini bilmeyip, nankörlük edenlerin elinden o ni’met alınır. Ni’metin kıymetini bilmemek, onun elden çıkmasına sebeptir.
Şükür ise, onu devamlı kılar ve artırır. Ni’mete nankörlük etmek (küfrân-ı ni’met), dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilemeyerek Allah’ın emaneti olan ruhu dünya hayatında Allah’a teslim etmemekle olur.Küfrân-ı
ni’met, ni’mete nankörlük etmek, ni’meti kullanırken, ni’metin sahibini unutmak, Allahû Teâlâ’ya, verdiği ni’met ile âsî olmak yani ni’meti yerinde kullanmamak demektir. “Kur'ân'daki emir ve yasaklara uymak şükür, uymamak
küfrân-ı ni’mettir.Netice olarak, her ni’met, Allahû Teâlâ’ya, emanetleri teslim etmekten, verilen ni’metlerin şükrünün eda edilmesinden hâsıl olur. Her kötülük ve sıkıntı da, nefsimize uyarak günah işlemekten hâsıl olur.
Dert ve belâ, nefsin talebine uyarak günah işlemekten ileri gelir. Rahat, huzur ve mutluluk da, ruhun talebine uyarak Allah’ın emirlerine itaat etmekten ileri gelmektedir. Allahû Teâlâ’nın sünnetullahı böyledir, bunu kimse
değiştiremez.Hz. Muhammed (S.A.V) Efendimiz bir hadîs-i şerifinde “Ni’meti şükür ile bağlayınız.” buyuruyor.
İnsan kendisine verilen ni’mete şükrederse, Allahû Teâlâ, o ni’meti insanın elinden almaz. Eğer
ni’mete şükretmeyip, kıymetini bilmezse, o ni’met devam etmez, elden gider...Allah razı olsun.
Mü’min kimdir? Hak Mü'min Ne Demektir?
Allah'a inanan herkes mü'mindir. Ama her Allah'a inanan kişi hak mü'min midir? Secde Suresinin 29. âyet-i kerimesindeki: “O gün onların îmânı onlara fayda vermedi.” açıklamasından, her Allah'a inanan kişinin
Kur’ân-ı Kerîm’e göre hak mü'min olmadığı ortaya çıkıyor.
32 / SECDE - 29: Kul yevmel fethi lâ yenfeullezîne keferû îmânuhum ve lâ hum yunzarûn(yunzarûne).
De ki: "Fetih günü, kâfir olanlara (Allah'a
ulaşmayı dilemeyenlere) îmânları bir fayda vermez ve onlara süre verilmez." Bu âyet-i kerime net olarak o insanların Allah'a inandığını ama inançlarının onlara fayda vermediğini söylüyor. O halde hak mü'min kimdir?
Allah'a ulaşmayı dileyen her mü'min takva sahibi mü'mindir.
Nitekim Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz hadîs-i şerifinde: “Takva sahibi mü'min Resûlullah’ın âlîyidir.” buyuruyor.
Öyleyse Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, hak mü’minleri,
sadece Allah'a inanç itibariyle değil aynı zamanda takva kavramını devreye koymak suretiyle tarif ediyor. Takva sahibi mü'min, hak mü’mindir.
Nitekim Allahû Tealâ Enfal Suresinin 29. âyet-i kerimesinde
şöyle buyuruyor:
8 / ENFÂL - 29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil
azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar! Allah'a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir).
Ve Allah, büyük fazl sahibidir. Âyet-i kerimede: “Ey Allah'a inananlar , eğer Allah’a karşı takva sahibi olursanız.” diyor. O zaman belli ki bu âyet-i kerimede zikredilen mü'min, Allah'a inanıyor ama henüz takva sahibi
olamamış.”Takva Nedir?
“Vikaye” kökünden türeyen takva, korunmak manasına geliyor. Takva bir şeyi zarardan ve sıkıntıdan korumak demektir.
Bir şeyi zarardan ve sıkıntıdan korumak Allah'ın Kur'ân’daki emirlerine itaat ve yasaklarına uymak demektir. Kur'ân’ın hangi emrine itaat edersek şerden, zarardan korunuyor deracat kazanıyoruz, hangi yasağa
uyarsak yine derecat kaybetmekten zarardan korunuyoruz. Her derecat kazanımı, sıkıntının zıttı olan bir mutluluğu yaşamaktır. Emirlere isyan, yasakları işlemek derecat kaybıdır, zarardır, sıkıntıdır. Takva sahibi kişi kendisini
zarardan ve sıkıntıdan koruyan kişidir. Takva Sahibi Mü'min Ne Demektir?
Kendisini zarardan ve sıkıntıdan koruyan mü'mindir. Mü’min için zarar; kişinin kendisine zulmetmesi, deracat kaybetmesidir.
Takva sahibi mü'min, kendisini zarardan ve sıkıntıdan koruyan, kendi nefsine zulmetmeyen mü'mindir.Kişinin Kendi Nefsine Zulmetmemesi Ne Demektir?
Kişinin kendi nefsine zulmetmemesi deracat kaybetmemesi
demektir, bu da Allah’ın emirlerine itaat etmekle gerçekleşir.
Örneğin, Allahû Tealâ’nın temel emri nedir? “Allah’a ulaşmayı dileyin, ölmeden evvel ruhunuzu Allah’a ulaştırın,.” Allahû Tealâ bunu farz kılmıştır,
bu bir emirdir. O halde kişi kendi iradesiyle bu emri yerine getirmeli, hayata tatbik etmelidir.
Emirlere itaat etmediği her noktada kişi deracat kaybeder yani kendi nefsine zulmediyordur. Takva sahibi
değildir.
Emirlere itaat ettiği her noktada kişi kendisini zulümden koruyor, derecat kazanıyor ve bu dünyada huzur ve mutluluk halini yaşıyor.Allah'ın Zikriyle Kalpleri Katılaşanlar Kimlerdir?
Eğer
kişi hak mü’minlerden değilse, Allah’ı zikrettiği zaman kalbi nurlanmaktan ziyade kararır. Allahû Tealâ bu konuyu Zumer Suresinin 22. âyet-i kerimesinde dile getiriyor:
39 / ZUMER - 22: E
fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Allah kimin göğsünü İslâm
için (Allah'a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah'ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler. “Sadrı şerh edilen kişi Allah’tan
bir nur üzerinedir.” Ama âyetin devamında: “Allah’ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline” buyruluyor. Bu kişiler sadrı şerh edilmeyenlerdir.Âyet-i kerimede “ulâike fî dalâlin mubîn” buyrulduğuna göre bu
kişiler “apaçık dalâlette” olan insanlardır. Dalâlet hidayetin zıttıdır.
Kurtuluşa ulaşan mü’minlerden olabilmek için olmazsa olmaz şart hidayette olmaktır. Hidayette olmak ancak Kalben Allah'a ulaşmayı dilemekle mümkündür.Nitekim hadîs-i şerifte şöyle buyruluyor: “Allah sizin
soyunuza, mallarınıza, şekl-u şemalinize bakmaz. Allahû Tealâ devamlı sizin kalbinize bakar.”Gerçekten o kişinin kalbinde Allah'a ulaşma talebi varsa, Allah mutlaka o talebe bağlı olarak Rahmân esmasıyla tecelli eder. Rahmân
esmasıyla tecelli ettiği kişileri 6 tane kalp şartının sahibi kılar ve mutlaka salâvât ve rahmetini o kişilere gönderir. Salâvât bir nur değil, bir taşıyıcıdır. Allah'ın katından Rahmeti taşır, göğsümüze getirir. Ama göğsümüzden
kalbimize nur yolu açılmışsa o zaman açılan yoldan o rahmet kalbimize ulaşır.Kalbi, dolu bir bardak gibi düşünün. O dolu bardağa siz su ilave ederseniz, ilave ettiğiniz kadar su o bardaktan dışarı taşar. Tıpkı bunun gibi
kalbimiz başlangıç noktasında zulmetle doludur. Rahmet Allah'ın katından kalbimize girer. Rahmetin kalbe girdiği oranda zulmet oradan çıkar. Ne kadar girebiliyor, %2’lik oranda. %2’lik oranda rahmetin kalbe girmesi o kişinin
huşû Çünkü ancak huşû sahiplerine hacet namazıyla Allahû Tealâ mürşit göstereceğinin garantisini veriyor, sadece huşû sahiplerinin talebini Allahû Tealâ kabul ediyor. Huşû Sahipleri Kimlerdir?
Bakara-45’te Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
2 / BAKARA - 45: Vesteînû bis sabri ves salât(sâlâti), ve innehâ le kebîretun illâ alel hâşiîn(hâşiîne).
(Allah'tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah'a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. Kur'ân-ı Kerim “Huşû
sahipleri kimlerdir?” sualine şu cevabı veriyor:
2 / BAKARA - 46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar
(o huşû sahipleri) ki, Rab'lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O'na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar. Yani hûşû sahipleri iki kere Allah'a ulaşacaklarından emin olan insanlardır.
Ölümle Allah'a ulaşacağından emin olan insanlardır. Hayattayken Allah'a ulaşacaklarından emin olan insanlardır.İnsan ruhu iki şekilde mi Allah'a ulaşabilir?
İnsan ruhu iki şekilde Allah'a ulaşabilir. Hayattayken
ruhun Allah'a ulaşması; iradî bir olaydır, kalben Allah’a ulaşmayı dileyenler için geçerlidir. Ölümle ruhun Allah'a ulaşması; gayri iradî bir olaydır, herkes için geçerlidir.Evrensel kanun budur. Hayattayken insan ruhunun
Allah'a ulaştırılması devrin imamıyla gerçekleşir. Ölümle insan ruhunun Allah'a ulaşması vazifeli melekler tarafından gerçekleştirilir. Dolayısıyla birisinde irade vardır, diğerinde irade yoktur. İradeyle ruhun Allah'a
ulaşması hayattayken gerçekleşir ve bunun sonucunda mükâfat vardır. Ama gayri iradî olarak ruhun Allah'a ulaşmasında hiçkimse için bir mükâfat söz konusu değil. Herkes için geçerli olan bir kanun var. İster kâfir, ister
putperest, ister mecusi kim olursa olsun mutlaka ölümle o kişinin ruhu Allah'a ulaşır. Ama marifet, hayattayken ruhu Allah'a ulaştırmayı dileyerek hak mü'minlerden olmaktır.
Çağımızın hastalığı olmaya devam eden “Stres Nedir?”
EûzubillâhimineşşeytanirracîmBismillahirrahmânirrahîmAllahû Teâla’ya sonsuz hamd ve şükrederiz, bir yeni gazete yazımızda daha sizlerle birlikteyiz.
Allahû Teâla’nın bunu bizlere mutluluklara vesile kılmasını dileyerek yazımıza başlamak istiyorum inşallah.Stres; halkımızın konuşma lisanıyla sıkıntıların kafada tekrarlanması halidir. Kur’ân deyimiyle ise; imtihanların
ağırlığı altında ezilmektir. İnsanlar Allahû Teâla’nın emir ve nehiylerine itaat etmedikleri takdirde karşılaşacakları bir musibet, itaat ettikleri takdirde de mutlaka bir mükâfat vardır. Hiçbir olay karşılıksız değildir.Allah’ın
hiçbir kulu yoktur ki; akıl baliğ olduğu noktadan itibaren Allahû Teâla’nın emirlerine, tebliğe muhattab olmasın. Tebliğe muhattab olduktan sonra Allah’ın kendisine verdiği cüz’î irade (serbest irade) dizaynı içerisinde
ya itaat eder bunun neticesinde mutluluğu, sonsuz huzuru yaşar veya isyan eder onun ceremesini, mutsuzluğu, stresi yaşar. Stresin bir başka adı da mutsuzluktur.Stres sahibi insanların mutsuz, huzursuz olmasının sebebi Allah’ın
reçetesini hayatlarına tatbik etmemeleridir. Mutluluk, insanın iç dünyasında, Allah’la olan ilişkilerinde ve insanın diğer insanlarla olan ilişkilerinde sulh ve sükuna ulaşması, daimî uyum halidir mutluluk! Mutsuzluk da
bunun tam zıttıdır.Kişinin iç dünyasında Allahû Teâla’nın temsilcisi ruh, harfiyen Allah’ın emrine itaat etmek ister ve yasak ettiği hiçbir fiili işlemek istemez. Ama bunun tam tersi, şeytanla işbirliği halinde olan nefs,
Allah’ın bütün emirlerine isyan eden, yasak ettiği fiilleri işleyen bir yapıya sahiptir. Stresin bizdeki kaynağı nefstir. İç dünyamızda bir ruhumuz var, bir de nefsimiz var. Mutluluk kaynağı ruhtur. Ama stresin kaynağı
ise, kesinlikle nefstir. Stres, mutsuzluk nefsimizden kaynaklanmaktadır.Allahû Teâla’nın bize verdiği imtihanlardan muradı nedir?
Kadın-erkek herkesi yaratan Allah’tır! Yarattığı kullar için bir muradı vardır.
Allahû Teâla, insanların yaratılış gayesini Zâriyât-56’da belirtiyor:
51/ZÂRİYÂT-56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn(ya'budûni).
Ve
Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.Kul olmak Allah’ın emirlerine itaat, yasak ettiği fiilleri işlememek demektir. Yaratılış hedefimiz budur! Ama kişi akıl baliğ
olduğu noktadan itibaren ruhun talebine uyarak, Allah’a itaat, yasak ettiği fiilleri işlememek yerine, kafasına estiği gibi yaşarsa nefsine itaat eden, bir varlık olur.
Nefsin yapısında 19 tane hastalık
vardır: Cehalet, cimrilik, dedikodu, fitne ve fesat, haset, hırs, isyan, iptilalar, kin ve adavet, kibir, küfür, mürailik, nankörlük, öfke ve gayz, vefasızlık, sabırsızlık, yalan, zan ve zulüm. Bu 19 tane hastalığın etkisiyle
kişi en son stres hastası olabilir.
Halbuki bu hastalıkları tedavi etmiş olsaydı, stresi kişi kendi hayatından tamamen temizlemiş olacaktı. Yani stresten tamamen berî olmak mümkündür! Evet. Daimî zikre ulaşan
bir insanın stresli olması mümkün değildir.Stresin kaynağı çevremizde gelişen olaylar değil midir?
Zaten önemli olan olaylar değildir. Olayların bizler üzerinde bıraktığı tesirdir. Musîbetler bizler
için sadece bir imtihandır. O imtihanı Allah’ın yardımıyla geçeriz, onun mutluluğunu yaşarız veya geçmeyiz sınıfta kalırız. Sonuç olarak mutsuzluk ve stres bize hakim olur. İnsanlar doğal olarak dünya hayatından beklenti
içindedirler. Bu konuda söylenmiş şöyle bir söz var: ‘Strese düçâr olan kişinin îmânından şüphe ederim.’
Demek ki, stresle îmân arasında bir illiyet rabıtası var. Îmân sahibi olan kişinin yanına stres yaklaşamaz. Stresin kaynağı nefstir. Allahû Teâla da nefsi bize tezkiye ve tasfiye edelim, Allah’ın emrettiği
standartta göre değiştirelim diye bize vermiştir. Allahû Teâla’nın bütün kutsal kitaplarda bize verdiği murad-ı ilahi budur. Amerika’da bulunduğum bir devrede bir kilisenin bahçesinde büyük bir mermer levha üzerinde dikkatimi
çeken bir yazı okumuştum, diyor ki: ‘Ey İnsan! Sen İncil’i kendine göre değiştirme. Sen İncil’e göre değiş.’
Allahû Teâla Kutsal Kitapları bize niçin göndermiştir? Bizlerin değişmesi kâmil insan olması için
göndermiştir. Allah’ın gönderdiği Kutsal Kitaplar birer kılavuzdur, birer el kitabıdır. Basit bir misalle ifade etmek gerekirse, bugün, bir televizyonu imal eden kişi televizyonu alan kişinin en üst seviyede istifade edebilmesi
için, ona dair bir kullanma kılavuzu, el kitapçığı, koyuyor kutusuna.
Allahû Teâla da kadın-erkek yarattığı tüm insanlara, kendilerini nasıl kullanacaklarına dair bir kullanma kılavuzunu göndermiştir.
Kur’ân-ı Kerim tüm insanlar için bir kullanma kılavuzudur. Siz o kullanma kılavuzuna riayet ederek kendinizi kullanırsanız stres yanınıza yaklaşamaz. Ama eğer siz o kullanma kılavuzuna riayet etmez de kendinize göre bir
takım bidatler, hurafeler icad ederek dîn yaşarsanız, o zaman kesinlikle stresten kendinizi alamazsınız.
Bir basit misal verecek olursak, benzinle çalışan bir otomobile mazot koyarsanız, çalışmaz ve
bozarsınız. Tıpkı bunun gibi, bizim de bir kullanma kılavuzumuz var; Kur’ân. Eğer stresten, tüm hastalıklardan berî olmak, sonsuz huzur ve mutluluğu yaşamak istiyorsak kendimizi Kur'ân kılavuzuna göre değiştirmemiz lâzım.
Kendimizi Kur'ân kılavuzuna göre kullanmamız lâzım. Yani Kur'ân kılavuzu bizim için bir ehliyettir. Nasıl bir araba sürücüsü arabayı sürebilmek için gidip ehliyet alıyorsa bizlerin de kesinlikle kendimizi kullanabilmemiz
için Kur'ân ehliyetini almamız lâzım.(Devamı gelecek haftaya…)
Dünyanın meşhur bir üniversitesinde yapılan bir araştırmaya göre; güçlü, köklü, mutlu, huzurlu, çevresine de güzellik ulaştırmayı başarmış ailelerle ilgili yapılan bir araştırmanın sonucunda 3 tane ortak özellik
tespit edilmiş: 1. Dine bağlılık. 2. Övgü ve takdir, karşımızdakini yüceltme 3. Birlikte zaman geçirme (Kur'ân diliyle birlikte Allah'ı zikretmek) Hanif dîninin 3 özelliğinden bir tanesi,
Vahdet; Allah’ın tekliğidir. Bizi Allah’a bağlayan yegane unsurdur. İkincisi Teslimdir; kişi hangi oranda Allah’a teslim olursa o oranda etrafındaki insanlarla barışık bir hayatı yaşar, sadece etrafındaki insanlara mutluluk
huzur dolu sözler söyler, övgülerde bulunur. Yani dışındaki herkesi yüceltir. Üçüncüsü de Tevhid; Allah’a bağlı olanların oluşturacağı tek cemaati oluşturmak, birlikte yaşamayı en üst seviyede gerçekleştirmektir.
Günümüzde, teknolojinin en üst noktaya ulaştığı çağımızda ailelerle ilgili yapılan bu araştırmada ortaya çıkan sonuç da, tamamen hanif dîninin 3 temel esasına dayalıdır. Mutluluk ve huzurun adresi tektir. Stres insanların
çözemedikleri dertlerin kişide birikmesi halidir. İnsanlar birtakım problemlerin, imtihanların altında ezilip, büzülüyorlar, o sıkıntıları kafalarına takıyorlar ve stres hastası oluyorlar. Halbuki eğer mutluluk kılavuzu
Tevrat’ı da, İncil’i de, Kur’ân-ı Kerim’i de okuyup öğrenip yaşayabilselerdi, hayatlarına tatbik etselerdi kesinlikle bu hasta duruma düşmezlerdi. Aksine tam tersi mutluluğu yaşarlardı.İnsanlar o dertleri nerden alırlar?
Dünya hayatını yaşayan herkes bir dünyevî beklentinin içerisindedir. Bir aileyi ele alalım. Ailede kişi eşiyle kavgalı. Bunu çözemediği zamanda hemen kendisinde bir birikim hasıl olur. Kafaya takar. Bir gün, iki gün,
üç gün… Devamlı aynı şeyin kafada tekrarı şeytanın da negatif tesiriyle kişiyi gerçekten de stres hastası yapabilir. Nitekim bir söz vardır: “Çalışmayan insanın beyni, şeytanın çalışma odasıdır.”
Siz eğer Allah’ın emirlerine itaat etme, yasak ettiği fiilleri işlememe istikametinde bir davranış içerisinde değilseniz şeytan devamlı beyninizi kullanır. Bu sıkıntının kafada tekrarlanması, iblisin arka
planda çalışması manasına gelir. Kişinin eşiyle problemi olabilir. Ama eğer Kur’ân-ı Kerim’e bakmış olsaydı orada eşiyle problemi olan bir peygamber görecekti.
Peygamberler insanlar için bir kemal modeldir.
Bizleri yaratan Allahû Teâla, tasarrufuna aldığı peygamberlerini bile musîbetlerle, imtihan etmişse elbette bizler de bu imtihanın içerisinden geçeceğiz. Burada murad-ı ilahi nedir? Lut (A.S) nasıl sabır göstermişse,
nasıl en üst seviyede Allah’a itaat ettiyse, nasıl eşiyle ilgili olan problemi onun üzerinde zerre kadar bir etki bırakmadıysa, aynı yolu izleyen herkes aynı neticeye ulaşmasıdır.
Kur’ân-ı Kerim’den
bir başka örnek; Hz. İbrahim (A.S), babasıyla üst seviyede bir imtihan yaşamış. Ama babasıyla imtihan içerisinde olan Hz. İbrahim (A.S) nasıl başarıyla bu imtihandan geçebilmiş, stres noktasından kurtulabilmiş? Babası putlara
tapmasına rağmen, O, Rabbine bağlanmış, teslim olmuş ve teslimiyetle o imtihanı geçmiş.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîsinde diyor ki: ‘Uyku, ölümün ikiz kardeşidir.’ Uykudaki
kişi dünyevî standartlardaki şeyleri görmez, duymaz. Resûlullah (S.A.V) diyor ki: ‘İnsanlar uykudadır.’ Öyleyse uykudaki insanlar fizik ötesi, Allah’ın vermek istediği mesajları alamıyor, idrak edemiyor. Ve doğal olarak
o karanlığın dizaynı içerisinde huzursuz ve mutsuz bir hayatı yaşıyor.
Aslında, tamamen stresten berî olmak huzurlu ve mutlu bir hayatı yaşamak için Resûlullah (S.A.V)’in hadîsi gayet açık: ‘Ölmeden
evvel, ölünüz.’ Yani bir nevî emanet olan ruhu hayattayken sahibine (Allah’a) ulaştırınız. Bu dilek, herkesi bulunduğu yerde anında stresten berî kılacak onları mutlak surette dünya saadetinin yarısına, ahirette 3.
kat cennete ulaştıracak olan bir tek dilektir.Mutluluk bir dilektir. Bu dilek, kalben Allah’a ulaşmayı dilemektir.Şuanda bu yazımızı okumakta olan herkese, hemen şu kısacık özeti vermek istiyorum. Stres hastası olan kişi
3 vücudun sahibidir. Birincisi; zahirî âleme ait olan fizik beden, bu insanın kabuğudur. İkincisi; berzah âlemine ait olan nefs, stresin kaynağıdır. Üçüncüsü; Allah’ın zatından üfürülen ruhtur, Allah’ın emrindedir.
Hasta olan, stresten kurtulmak isteyen, mutlu, huzurlu bir hayatı yaşamak isteyen herkesin kalben Allah’a ulaşmayı dilemesi ruhun talebine uyması lâzımdır. Kim bu talebin sahibi olursa Allahû Teâla ona garanti stressiz
bir hayatı garanti ediyor.
29 / ANKEBÛT - 5: Men kâne yercû likâallâhi fe inne ecelallâhi leât(leâtin), ve huves semîul alîm(alîmu).
Kim Allah'a mülâki olmayı (hayattayken
Allah'a ulaşmayı) dilerse, o taktirde muhakkak ki Allah'ın tayin ettiği zaman mutlaka gelecektir (ruhu mutlaka hayattayken Allah'a ulaşacaktır). Ve O; en iyi işiten, en iyi bilendir. Allah bir dilekle sizi ermiş evliya
kılıyor. Sizi panik atak kılan, sizi stres hastalığına ulaştıran nefsin o manevî kalbindeki hastalıkların %51’ini Allah temizliyor. Kim için? Sizin için, sizin adınıza temizliyor. Ve onun mükâfatını sanki siz yapmışsınız
gibi size veriyor. Bir tek dilek! Ve herkes bulunduğu yerde sadece ve sadece bu dileğin sahibi olabilir.
Bu konuyla ilgili olarak, Said-i Nursi Hazretlerinin dizelerini vermek istiyorum.
“Faniyim fani olanı istemem” Yani ‘Ya Rabbim benim nefsim bu dünya hayatını diliyor ama nefsimin hastalıklı olduğunu bildiğim için onun talebine uymam.’
“Acizim, aciz olanı istemem.” İnsanların
çoğu zaman gücün kendisinde olduğunu zanneder. İblis öyle empoze eder insanlara. Burada, ‘Ben acizim, acziyetimi biliyorum’ diyor.
Ve "Ruhumu Rahmana teslim eyledim, gayri istemem."Öyleyse kişi hangi
hastalık sahibi olursa olsun, kurtuluşu gayet basit. Kalben Allah’a ulaşmayı dileyecek. “Rabbim ben Sana ruhumu teslim etmek istiyorum.” diyecek.
Birçok insan bu hakikatin farkında değil, çünkü bugüne kadar
dîn öğreticileri gerçeği bilmedikleri için ruh insana hayat veriyor zannediyorlar. Ruh vücuttan çıkınca kişi ölür, ancak ölümle insanın ruhu Allah’a ulaşır zannediyorlar. Halbuki bunlar kesinlikle doğru değil. Kur’ân-ı
Kerim’de Allahû Tealâ’nın bütün dostları nasıl Allah’a dost olmuşlar. Dünya hayatını yaşarken ruhunu Allah’a ulaştırmayı diledikleri ve teslim ettikleri için Allah’a dost olmuşlar. Şuanda bir tek dilekle bu yazıyı okuyan
tüm kardeşlerimizin kalben Allah’a ulaşmayı dilemeleri halinde Allah’a dost olabilirler. Allah’a dost oldukları zaman, tüm ilaçlardan öte yüzde yüz sonuca ulaştıran bir ilaç var, bir reçete var. O da; “Allah” isminin tekrarıdır.
“Allah Allah Allah...”Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ zikri, çok zikri ve daimî zikri farz kılmıştır.
• Zikri farz kılmıştır.
73 / MUZZEMMİL - 8: Vezkurisme
rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O'na ulaş. • Çok zikri farz kılmıştır.
33 / AHZÂB -
41: Yâ eyyuhellezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).
Ey âmenû olanlar! Allah'ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin. • Daimî zikri farz kılmıştır.
4 / NİSÂ - 103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne
kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla
kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, “vakitleri belirlenmiş bir farz “ olmuştur. Neden zikir? Çünkü 3 saat zikrederseniz 3 saat, 12 saat zikrederseniz 12 saat mutlusunuz. Diyelim ki 24 saat mutlu olmak istiyorsunuz;
24 saat zikredeceksiniz. Bırakın panik atak olmayı, bırakın insanlarla asabi bir dizayn içerisinde olmayı, tam tersi huzur ve mutlu bir hayatı Allah size bahşedecek ve sonsuz mutluluğu yaşayacaksınız. Kesinlikle bu Allah’ın
garantisindedir.Yunus Emre diyor ki:
“Hamdi şükrü Allah ile
Vasfı kulhuvallah ile
Daimî zikrullah ile
Çağırayım Mevlâm Seni”
Yunus Emre sadece ülkemiz için değil, dünyanın birçok ülkesinde insanların gönlüne taht kurmuş bir Allah dostudur. Herkes Yunus’u seviyor. Bu sevgi Allah'ın zikriyle gerçekleşen bir sevgidir. Ve yine Yunus
Emre şöyle diyor:“Allah’a aşık olan kişi
Akar gözlerinin yaşı
Pür nur olur içi
dışı,
Söyler Allah deyu deyuAçıldı gökler kapısı
Rahmet doldu
hepisi
Sekiz cennetin kapısı
Söyler Allah deyu deyu”
Allah razı olsun
Bu yazımızda, İslâm’da aile hayatının bir başka bölümü olan anne-baba ve çocuklar arasındaki davranış biçimlerini gözden geçirmeye çalışacağız.Euzubillahimineşşeytanirracim.
Öncelikle Allahû Teâla böyle bir beraberliği bizlere nasip kıldığı için O’na hamd ve şükrederiz. Ve bu yazımızın da, Allah’ın yardımıyla hem bizlere, hem de tüm okurlarımıza, herkese hayırlara vesile olmasını
diliyorum.Evvela Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bir hadîs-i şerifiyle inşallah giriş yapmak istiyorum:
‘ Çocukların rızkını Allah verir. Mutluluğu biz yaşarız.’
Öyleyse
aile için çocuk sadece bir mutluluğun vesilesidir. Rızkını Allahû Teâla veriyor. Çünkü Allahû Teâla En’âm Suresinin 151. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
6 /
EN'ÂM - 151: Kul teâlev etlu mâ harreme rabbukum aleykum ellâ tuşrikû bihî şey’â(şey’en), ve bil vâlideyni ihsânâ(ihsânen), ve lâ taktulû evlâdekum min imlak(imlakin), nahnu nerzukukum ve iyyâhum, ve lâ takrebûl fevâhışe
mâ zahere minhâ ve mâ batan(batane), ve lâ taktulûn nefselletî harremallâhu illâ bil hakk(hakkı), zâlikum vassâkum bihî leallekum ta’kılûn(ta’kılûne).
De ki: “Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını
okuyayım; O'na bir şeyi ortak koşmayın. Anne, babaya ihsanla davranın. Yokluk (fakirlik) sebebiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de yalnız Biz rızıklandırırız. Kötülüğün açığına da, gizlisine de yaklaşmayın.
Haklı olmanız hariç kimseyi öldürmeyin ki; onu Allah haram kıldı. İşte bunları size vasiyet (emir) etti. Böylece siz, akıl edersiniz.” İnsanların çoğu, biz çocuğa bakamayız gibi bazı düşünceler ve endişelerle, doğum
kontrol hapı gibi bir takım yöntemlere başvuruyorlar. Ama Allah’ın evrensel kanunu, bu âyet-i kerimede zikredildiği gibi çocukların rızkını kesinlikle verenin Allahû Teâla olduğudur. Sadece biz insanlar anne-baba olarak
onun mutluluğunu yaşarız. O halde bu cepheden hiç kimsenin endişe içine girmesine sebep yoktur. Burada önemli olan, anne-babanın görevi, bir başka hadîs-i şerifte zikredildiği gibi, bir anne-babanın çocuğuna bırakacağı
en güzel miras, Allah ve Resûl sevgisinin, İslâmî terbiyenin o çocuğa verilmesidir.
Çocukla, anne-baba arasındaki ilişkiyi Allahû Teâla Kur’ân-ı Kerim’de detaylı olarak inceleyerek, anne-babaya bu istikamette öğütlerde bulunuyor. Halk arasında “Ne zamandan beri Müslümansınız?” diye sorulduğunda
hepimizin bir cevabı var: “Kâlu Belâ gününden beri.”
Allahû Teâla anne-babayla birlikte yeni dünyaya gelen çocuğun, ta o zamandan beri nasıl bir dizayn içerisinde yetişmesi gerektiğinin tedbirlerini almış Kâlu Belâ gününde.
“Kâlu Belâ gününde biz insanlarla Allahû Teâla arasında nasıl bir olay tahakkuk etti? Nasıl bir seramoni gerçekleşti?” diye merak edenlere hemen adres veriyoruz, A’râf 172 ve 173:
7 / A'RÂF - 172: Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû
yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).
Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini
aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.” Allahû Teâla A’râf 173’de özellikle
çocuklarla ilgili olan bölümde şöyle buyuruyor:
7 / A'RÂF - 173: Ev tekûlû innemâ eşreke âbâunâ min kablu ve kunnâ zurriyyeten min ba’dihim, e fe tuhlikunâ bimâ
fealel mubtilûn(mubtilûne).
Veya fakat daha önce babalarımız da şirk koştu ve biz onlardan sonraki nesiliz. Hal böyle iken bâtılla amel edenlerin yaptıklarından dolayı mı bizi helâk edeceksin?” dersiniz diye. Demek ki; burada
çok önemli bir tespitte bulunmak mümkün. Anne-baba şirkin içinde olabilir. Anne-baba Allah yolunda olmayabilir. Ama çocuğun bir mazerette bulunmaması için Allahû Tealâ, tâ bu dünya hayatına gelmeden evvel, zamandan evvel
herkes için tedbirler almış.
Yani: “Benim annemin-babamın günahları sebebiyle ‘Sen beni yakacak mısın Ya Rabbim?” dememeleri için Allahû Teâla o günde herkesi huzurunda toplamış. Tüm insanları 3 vücut
ve serbest iradeyle yaratan Rabbimiz, o gün, orada, ruhtan aldığı misak, fizik vücuttan aldığı ahd ve neftsen aldığı yeminle, 3 yeminle bütün insanları Kendisine bağlıyor.
Öyleyse Kâlu Belâ gününde
hepimiz, anneler de, babalar da, çocuklar da aynı anda Allah’ın huzurundaydık. Ve Allahû Teâla herkesi bu 3 yeminle Kendisine bağladı. Bizler bu dünya hayatına gelirken rastgele bir dizayn içerisinde gelmiyoruz. Allahû
Teâla’nın bizden aldığı yeminleri yerine getirmek üzere dünya hayatını yaşıyoruz. Anne-baba ve çocuklar açısından ayrı ayrı görevler mevcut. Herkesin, çevresindeki insanlara karşı vazifesini bi hakkın yerine getirmesi,
o insanları mutlaka mutluluğa ulaştıracaktır. Allah insanları çok seviyor. En çok sevdiği insanoğlundan istediği tek şey ahiret ve dünya mutluluğudur. İnsanların yaratılış gayesi Allah'a kul olmaktır.
51 / ZÂRİYÂT - 56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn(ya'budûni).
Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar
diye yarattım. “Abd olmak” Allah’ın emirlerine itaat, yasak ettiği filleri işlememektir. Allah'ın emirlerine itaat, yasak etiği fiileri işlememek ahiret ve dünya mutluluğudur. Emirlere itaat etmeden yasaklara uymadan
hiç kimse mutlu olamaz.
66 / TAHRÎM - 6: Yâ eyyuhellezîne âmenû kû enfusekum ve ehlîkum nâren vakûduhân nâsu vel hicâretu aleyhâ melâiketun gılâzun şidâdun lâ ya’sûnallâhe mâ emerehum ve yef’alûne mâ
yu’merûne.
Ey âmenû olanlar (Allah'a ulaşmayı dileyenler)! Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten kendinizi ve ailenizi koruyun. Onun üzerinde çok güçlü ve çok sert (acımasız) melekler vardır. Allah'ın onlara emrettiği
şeyde, Allah'a asi olmazlar ve emrolundukları şeyi yaparlar. Allahû Tealâ burada “âmenû” hitabıyla anne-babalara sesleniyor. “Ey îmân eden anne-babalar! Evvela kendinizi ve daha sonra da evlad-ı ıyalinizi, çocuklarınızı
ateşten koruyun.”
Bir anne-baba kendisi ateşteyse çocuğunu ateşten koruması mümkün değildir. Osmanlı’da bunu veciz şekilde ifade eden bir söz var: “Kendisi muhtaç bir himmet dede, nerde kaldı gayriya himmet ede.”
Bir insanın, kendisi şirkte iken, ateşin içerisindeyken çocuğunu kurtarması hiçbir zaman mümkün değildir. Onun için Allahû Teâla âyet-i kerimede, “Evvela kendinizi, sonra evlad-ı ıyalinizi, çocuklarınızı ateşten koruyun.”
buyuruyor.
Anne-babanın çocuğuna karşı görevlerini yerine getirebilmesi için, evvel emirde bi hakkın kalpten Allah’a ulaşmayı dilemesi gerekir. Allahû Tealâ evvel emirde anne-babadan Allah'a ulaşmayı dileyerek Allah’a
Kul olmalarını istiyor. Allah’a kul olan anne-baba çocuklarına Allah ve Resûl sevgisini vermek suretiyle çocuklarının Allah'a kul olmalarına yardımcı olacaktır. Allah’ın çocuklar içinde tayin ettiği kul olma hedefine onları
ulaştırmak her anne-babanın birincil görevidir.
Çocuklarının Allah'a ulaşmayı dilemelerine vesile olan her anne-baba böylece mutluluğu yaşayacaktır.
Allah razı olsun.
RESÛL’E İTAAT ALLAH'A İTAATTİR.Âlemlere rahmet olarak gönderilen, Allah’ın Habibi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Kutlu Doğumunu idrak ettiğimiz bu günlerde yapacağımız en güzel şey, herhalde, O’nun bize bıraktığı
mesajı idrak edebilmek için gayret göstermektir…
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in emirlerini hayatımıza tatbik edebilmek için öncelikle anlamamız gerekir. İşte bunun için, bu yazımızda, Hz. Muhammed (S.A.V)
Efendimiz’in bizlere miras olarak bıraktığı Kur’ân-ı Kerim’e uygun olan hadîs-i şeriflerinden bir tanesini açıklayacağız.
“Kim bana itaat ederse muhakkak ki o; Allah’a itaat etmiştir. Kim bana isyan ederse
o; Allah’a isyan etmiştir. Her kim imama, kâmil mürşide veya devrin imamına itaat ederse muhakkak ki; bana itaat etmiş olur. Her kim imama isyan ederse o da bana isyan etmiş olur.” (K: İbni Mâce, 8.cilt 2589 no’lu
hadîs)
Allah Resûl’ünün hadîs-i şerifinde beyan ettiği hakikat, aynı zamanda Nisâ Suresinin 80. âyet-i kerimesinde Allah'ın kelâmıyla bir kere daha zikredilmiştir:
4 / NİSÂ -
80: Men yutiır resûle fe kad atâallâh(atâallâhe), ve men tevellâ fe mâ erselnâke aleyhim hafîzâ(hafîzen).
Kim Resûl'e itaat ederse, böylece andolsun ki Allah'a itaat etmiş olur. Ve kim yüz çevirirse, o taktirde Biz seni, onların üzerine muhafız olarak göndermedik. Nübüvvet Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le
Son Bulmuştur, Fakat Risalet Kıyamet Gününe Kadar Devam Edecektir!
Kendisine itaat edilmesi işaret edilen resûl, Allahû Tealâ’nın bütün kavimler için tayin ettiği, devrin imamı olan resûldür. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) için Allahû Tealâ şöyle buyurmaktadır:
21 / ENBİYÂ -
107: Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn(âlemîne).
Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik. Âyet-i kerimedeki “Âlemlere rahmet olarak gönderdik” ifadesine
göre, asâleten devrin imamı olan Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bütün âlemler için, her kavim için vazifeli olan resûldür. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’den sonra nebî gelmeyecektir. Ahzâb Suresinin
40. âyet-i kerimesi bu hakikati dile getirmektedir:
33 / AHZÂB - 40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyin(nebiyyine),
ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah'ın Resûl'ü ve Nebîler'in (Peygamberler'in) Hatemi'dir (Sonuncusu). Allah, herşeyi en iyi bilendir. Nübüvvet
Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’le sona ermiştir ama risalet kıyâmet gününe kadar devam edecektir. Her kavimde, o kavmin ana lisanıyla Allah'ın âyetlerini tilâvet eden veli resûllerin varlığı Kur’ân-ı Kerim’de zikredilmektedir.
16 / NAHL -
36: Ve le kad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâleh(dalâletu), fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe
kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah'a ulaşmayı dileyerek) Allah'a kul
olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını, (Resûlün daveti üzerine Allah'a ulaşmayı dileyenleri) Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin)
üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün). Başlangıç noktasında bütün insanlar dalâlet standartları içinde hayata başlar ve doğal olarak şeytanın
kuludurlar. Ancak Allahû Tealâ insanları şeytanın kulu olmaktan kurtulup Allah’a kul olmaları için yaratmıştır.
Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’in hadîsinde beyan ettiği gibi; “Her doğan çocuk hanif fıtratıyla,
İslâm fıtratıyla doğar.” Hanif dîninin 3 özelliği vardır: 1) Vahdet, 2) Tevhid, 3) Teslim.
Ehli kitap olan Yahudiler, Hristiyanların büyük bir kısmı ve Müslümanlar Vahdet akidesine; Allah'ın tekliğine îmân ederler. Ancak Tevhid akidesi bozulmuş, insanlar dînde fırkalara ayrılmış durumdadır. Tevhid
akidesi yerli yerine oturmayınca teslimin gerçekleşmesi mümkün değildir. Küçük bir azınlık grubun dışında dînde fırkalara ayrılmış durumda olan bu insanlar Allah'ın dalâlette bıraktıklarıdır.
Allahû
Tealâ insanları hanif fıtratıyla yarattığı için herkese hanif dînini yaşamalarını emreder. Ancak Allahû Tealâ cüz’i irade (serbest irade) verdiği kulunun iradesine karışmamaktadır, kimsenin de karışmasını istememektedir.
Öyleyse Allahû Tealâ katından gönderdiği kitaplarla ve âyetlerle, vazifeli kıldığı hidayetçilerle, resûllerle, serbest irade sahibi kuluna öğüt verecektir. Tebliğe muhatap olan kişi serbest iradesiyle Allah’a ulaşmayı
dilerse;
- Dalâletteyken hidayete erecek,
- Şirkteyken takva sahibi olacak,
- Küfürdeyken îmân sahibi olacak,
- Fırkalara ayrılmış bir durumdayken tevhid standartları içerisinde
olacaktır.Her Devirde Devrin İmamı Vardır!
Her kavmin içerisinde, o kavmin ana lisanıyla Allah’ın âyetlerini tilavet eden velî resûller her zaman vardır:
23 / MU'MİNÛN - 44: Summe
erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası
kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü'min olmayan kavim (Allah'ın rahmetinden) uzak
olsun. Allahû Tealâ her kavimdeki resûllerin içerisinden bir tanesini vekâleten devrin imamı olarak seçmektedir. Hadîs-i şerifte zikredilen: “Bana itaat eden Allah'a itaat etmiştir. Bana isyan eden Allah'a isyan etmiştir.”
ifadesi Resûlullah (S.A.V)’in olmadığı dönemlerde, O'nun mirasını devralan imamlar için söz konusudur. Nitekim Resûlullah (S.A.V) Efendimiz hadîste buyuruyor ki: “Her kim imama itaat ederse bana itaat etmiştir. Her kim
imama isyan ederse muhakkak ki; bana isyan etmiştir.” Hiçbir zaman parçası yoktur ki devrin imamı olmasın. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (S.A.V) konunun önemine binaen bir başka hadîs-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Size
ruh verenler gelecek. Onları arayın bulun. Kim zamanın imamına arif olmazsa o cahiliyye standartlarıyla ölür.”
Öyleyse günümüzde de devrin imamı vardır. Allah'ın hanif dînini yaşamak isteyen herkesin mutlaka devrin imamına arif olması gerekir. Devrin imamına arif olmak için tek şart, Allah'a ulaşmayı dilemektir.
Çünkü devrin imamı, hidayete erdirendir. Hidayet, insan ruhunun dünya hayatında Allah'a ulaşmasıdır. Kişi mürşidine tâbî olduğu taktirde Allahû Tealâ, devrin imamının ruhunu bir ni’met olarak o kişinin başının üzerine ulaştıracaktır.
Öyleyse hadîs-i şerifle Kur'ân âyetleri birbiriyle %100 örtüşmektedir. İtaat Allah'ın kesin emridir. Bu konuda Allahû Tealâ şöyle buyurmaktadır:
3 / ÂLİ İMRÂN -
131: Vettekûn nârelletî uiddet lil kâfirîn(kâfirîne).
Ve kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten sakının.
3 / ÂLİ
İMRÂN - 132: Ve atîûllâhe ver resûle leallekum turhamûn(turhamûne).
Ve Allah'a ve Resûl'e itaat edin, umulur ki böylece siz rahmet olunursunuz. Allah'a Giden Yol, Allah'a ve Resûlüne İtaatten Geçer
Resûl Allah'ın âyetleriyle insanları Allah'a davet eder. Davete icabet eden kişi Allah ve resûlüne itaat etmiştir. Davete icabet etmeyen insan Allah ve resûlüne asi olmuştur. Hadîs-i şerifteki “imama isyan” Allah'a
ulaşmayı dilememekle gerçekleşir.
Tevhidin olmazsa olmaz şartı Allah'a ulaşmayı dilemektir. Ne yazık ki günümüzde insanların çok büyük bir kısmı dînde fırkalara ayrılmış, Allah’ın hanif dîninden, tevhidden
sapmış durumdalardır.
Allahû Tealâ en şerefli varlık olarak yarattığı insana ruhundan üfürmüştür. Allah’ın ruhu başka hiçbir varlıkta yoktur:
32 / SECDE - 9: Summe
sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan
üfürdü ve sizler için sem'î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz. Allah bizim için emanet olan üfürdüğü ruhu, dünya hayatında, sahibi olan Allah'a
iade etmemizi (ulaştırmamızı) emretmektedir.
İnsan başıboş bırakılmamıştır. Allahû Tealâ hidayeti gerçekleştirmek üzere katından hidayetçileri ve şeriat kitaplarını göndermiştir. Bize düşen; Allah'ın
temel emrine uyarak Allah'a ulaşmayı dilemek ve Allah'ın bizdeki emanetini hayattayken Allah’a teslim etmektir. Bu da Allah ve resûlüne itaatle mümkündür.‘Allah’ın Amellerimizden Bir Şey Eksiltmemesi’ Ne Demektir?
Fırkayı Naciye; Allah ve resûlüne itaatle ulaşılan Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunanlardır. Allah'ın temel emri itaati gerçekleştirmektir. Allahû Tealâ: “Allah ve resûlüne itaat ederseniz amellerinizden bir şey
eksiltmez.” buyurmaktadır:
49 / HUCURÂT - 14: Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tu’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in tutîullâhe
ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû olmadınız (Allah'a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: “Teslim
olduk.” deyin. Kalplerinize (içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah'a ve O'nun Resûlü'ne itaat ederseniz (Allah'a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah, Gafur'dur, Rahîm'dir.” Allah'a
ulaşmayı kalben dilediğiniz an Allahû Tealâ bu talebi kimin kalbinde görürse derhal Rahmân esmasıyla tecelli eder. Enfâl-29’a göre Allahû Tealâ o kişiye peş peşe 7 tane furkan verir, daha sonra 12 tane ihsana tamamlar.
Allahû Tealâ, 12 tane ihsanla huşû sahibi olan kişiye mürşidini gösterdikten sonra, eğer kişi tâbiiyetini gerçekleştirse, Allah’tan 7 tane de ni’met alır:
8 / ENFÂL - 29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar! Allah'a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir).
Ve Allah, büyük fazl sahibidir. Allah’ın verdiği 7 ni’metten bir tanesi kişinin o güne kadar işlemiş olduğu bütün günahların sevaba çevrilmesidir ki, artık onun için bir kayıp söz konusu değildir. Allahû Tealâ âyet-i
kerimede bunu açıkça beyan etmektedir. Kendi hevanıza tâbî olarak şeytanın da negatif tesiriyle işlediğiniz şerlerin oluşturduğu bütün günahlarınızı Allahû Tealâ sevaba çevirir.
Allahû Tealâ başlangıçta
bizim için % 51’lik oranında nefs tezkiyesini ikram eder. Nefs-i Emmare, Nefs-i Levvame, Nefs-i Mülhime, Nefs-i Mutmainne, Nefs-i Radiyye, Nefs-i Mardiyye, Nefs-i Tezkiye kademelerini Allah'ın ikramıyla geçeriz. Tezkiyeye
paralel olarak Allahû Tealâ bizdeki emanet olan ruhunu da Kendisine ulaştırır; 3. kat cennet ve dünya saadetinin yarısını bir dilek karşılığında hibe eder.
Allahû Tealâ’nın sözü buraya kadardır. Daha
sonra Allahû Tealâ bu kişiden, kendini zarar ve ziyana uğratan nefsinin ıslâh edilmesini ister.
Bundan öteye gidip fizik vücut teslimini de gerçekleştirmek isteyen kişi, gayreti oranında Allah’tan yardım
alır. Fizik vücut teslimi bir dik yokuştur. Ruhun teslimi 3 saatlik bir zikirle gerçekleşirken, fizik vücut teslimini gerçekleştirmek isteyen kişi zikrini 18 saate çıkarmak durumundadır.
Fizik vücudun tesliminde sağlam bir îmân ve özellikle de azîm gereklidir. Buraya kadar, verdiği söz gereğince Allah’ın nusretini alan kişinin, bundan sonra da kendisine Allah’ı vekil tayin ederek, azim
ve gayreti nisbetinde Allah’tan yardım alacağına îmân etmesi gerekir. Bu şekilde îmân eden kişiyi Allahû Tealâ, sağ kaldığı süre içerisinde mutlaka bu hedefe ulaştıracaktır.
Kişi, velâyet kademelerinden Muhsinler Makamı’na ulaştığı zaman kalbindeki zikir artışıyla kalbinde % 91 oranında aydınlanma oluşur ve bunun karşılığında Allahû Tealâ o kişiye 4. kat cenneti ihsan eder.
O kişi fizik vücudunu Allah'a teslim ettiği noktadan itibaren Allahû Tealâ’nın bütün emirlerine itaat eden, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir yapıya ulaşacaktır.
Hanif dîni 7 safha ve 4 teslimden oluşur. Ruhun ve fizik vücudun tesliminden başka iki teslim daha vardır; nefsin ve iradenin de teslimi. Nefsin teslimi daimî (24 saat) zikri gerektirir. Allah'a ve resûlüne
en üst seviyede itaati gerçekleştiren kişinin kayıpları artık hemen hemen minumuma inmiştir. Halen nefsinin manevî kalbinde afetler vardır, ama akıl o afetlerden kaynaklanan talepleri artık dikkate almaz. Bu sebeple kazançlar
günbegün artar ve çok kısa bir zaman dilimi içerisinde, kişi o azîmle yoluna devam ederse, Allahû Tealâ ona daimî zikri de nasip kılacaktır.
2 / BAKARA - 269: Yu’til hikmete men yeşâu, ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ(kesîren), ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece ona çok hayır verilmiştir. Ve ulûl elbabtan başkası tezekkür edemez. İşte Allahû Tealâ bu dizayn içerisinde o kişiyi hikmet sahibi kılar.
Daimî zikre ulaştırır. Bunların ötesinde iradenin teslimi vardır. İhlâsa ulaştıktan sonra Salâhın ilk 4 kademesinde Allahû Tealâ, kalbimizi 4 kademe daha müzeyyen kılar ve iradenin teslimi gerçekleşir. Son bir kademe daha
vardır: O kişiye Allahû Tealâ Zat’ını gösterdikten sonra onu irşada memur ve mezun kılar. Bu noktada kişi, Allah ve resûlüne en üst seviyede itaat eder. Nisâ Suresinin 69. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
4 / NİSÂ - 69: Ve men yutiıllâhe ver resûle fe ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ves sıddîkîne veş şuhedâi ves sâlihîn(sâlihîne), ve hasune ulâike rafîkâ(rafîkan).
Ve kim, Allah'a ve Resûl'e itaat ederse, o taktirde işte onlar, Allah'ın kendilerine ni'met verdiği nebîlerle (peygamberlerle) ve sıddîklerle ve şehitlerle ve salihlerle beraberdirler. Ve işte onlar ne
güzel arkadaştır.Öyleyse; herkes için asıl hedef burasıdır. Çünkü Allahû Tealâ’nın insan için vadettiği ahiret ve dünya saadetinin son aşamasına, mutluluğun şahikasına ulaşmak bu 7 safha ve 4 teslimi yaşamakla mümkündür.
Erkekler eşlerine karşı nasıl bir tutum sergilemeliler? Kadınların bu konudaki hakkları nelerdir?
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm Bismillâhirrahmânirrahîm.Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz
yine bir yazımızda birlikteyiz ve Allah’ın bizlere bahşedeceği bir mutluluğu yaşayacağız. Çünkü daima Allah’tan bahsetmek, Allah’ın Allah’ın bize bahşedeceği bir mutluluğu yaşamaktır. Erkeklerin hanımlarına davranış biçimi
nasıl olmalıdır? Nebîler Sultanı peygamber Efendimiz (S.A.V) Kur’ân’a uygun olan bir hadîsi şerifte şöyle buyuruyor: “Kendin için istediğini kardeşin için istemedikçe, kendin için istemediğini kardeşin için istemedikçe
asla imanın kemaline eremezsin.”Bu temel kanun, bir erkeğin hanımına karşı nasıl davranması gerektiğini net olarak açıklayarak ortaya koyuyor. Eğer erkek hanımının kendisini sevmesini istiyorsa -ki doğal olarak herkes bunu
ister- o zaman ne yapması lâzım? Evvela onun hanımını sevmesi lâzımdır.Yani bir kişi kendi için ne istiyorsa, örneğin karşı tarafın kendisini sevmesini istiyorsa, öncelikle o kişi karşı tarafı sevmelidir. Hadîs-i şerife
göre bir insan, kendisi için istediğini karşı taraf için istemedikçe îmânın kemaline eremez.Eğer biz eşimizin bize iyi davranmasını, bizi sevmesini, bizi mutlu kılmasını istiyorsak, o zaman bizim vazifemiz, görevimiz, ona
nasıl davranmamız gerektiği ortaya çıkıyor; evvela tarlaya biz tohumu ekeceğiz. Biz seveceğiz ki; ne ekerseniz onu biçersiniz, eğer gerçekten seversek seviliriz. Güzel davranırsak güzel davranışlara muhatab oluruz. Negatif
davranışlardan kendimizi korursak, kesinlikle karşı tarafa negatif bir davranışta bulunmazsak, Allahû Tealâ bizi de o istikamette onun vasıtasıyla korur. Nitekim Allahû Tealâ’nın Kur’an-ı Kerîm’de zikrettiği şey şu: “Rical
erkeklerin üzerinde idareci ama aynı zamanda koruyucudurlar.”4 / NİSÂ - 34: Er ricâlu kavvâmûne alân nisâi bi mâ faddalallâhu ba’dahum alâ ba’dın ve bi mâ enfekû min emvâlihim. Fes sâlihâtu kânitâtun hâfizâtun lil
gaybi bi mâ hafizallâh(hafizallâhu). Vellâtî tehâfûne nuşûzehunne fe ızûhunne vahcurûhunn (vahcurûhunne) fîl medâcıı vadrıbûhunne, fe in ata’nekum fe lâ tebgû aleyhinne sebîlâ(sebîlen). İnnallâhe kâne aliyyen kebîrâ(kebîran).
Erkekler, mallarından (kadınlar için mehir ve nafaka olarak) harcamaları sebebiyle ve Allah'ın, onların bir kısmını, diğerlerine üstün kılmasından dolayı, kadınların üzerinde daha çok kâimdirler (koruyup
gözetici, idare edicidirler). Bu bakımdan salih amel (nefs tezkiyesi) yapan kadınlar itaatkârdırlar, Allah'ın (onların haklarını ve iffetlerini) korumasıyla, onlar da gaybde (kocalarının yokluğunda hem kendilerini, hem
kocalarının mal ve şerefini) koruyucudurlar. İtaatsizliklerinden (baş kaldırmalarından) korktuğunuz (kadınlara) ise (önce) nasihat ediniz. Ve (sonra da) yataklarında yalnız bırakınız. Ve (hâlâ itaat etmezlerse) onlara vurunuz.
Bundan sonra eğer size itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Muhakkak ki Allah Âli'dir (yücedir), Kebîr'dir (büyüktür). Onları korudukları kadar kendileri korunurlar. Siz eşinizi ne kadar
korursanız, ne kadar mutlu ederseniz, ne kadar severseniz, ne kadar onun isteklerini en güzel biçimde karşılarsanız, ona verdiklerinizin iki katını Allah size yansıtır.Evlilik Resûlullah’ın sünnetidir. Hadîs-i şerifte:
“Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir.” buyruluyor. Herkes belli bir yaşa geldiği zaman evlenmek ister, bu insanın fıtratına uygun bir olgudur. O sıcak yuvada tadacağı mutluluğu ilelebet yaşamak ister. Aile hayatı
-eğer Allah’ın ölçüleriyle yaşayabilirsek- bu dünya mutluluğun mekanıdır. Ne yazık ki günümüze baktığımız zaman boşanmalar evliliklerin sayısını geçmiştir. Acaba ne oluyor da evliliğin hemen akabinde kavgalar başlıyor,
bir kaos ortamı oluşuyor ve ayrılıklara varan birtakım hadiseler yaşanıyor?Karşılıklı nefsler devreye giriyor ve Allahû Tealâ unutuluyor. İnsanlar nefslerine, hevalarına tâbî olarak böyle bir hayatı tercih ediyorlar. “Herkes
bana versin, benim isteklerimi beklentilerimi yerine getirsin ama kimseye karşı sorumlu olmayayım” mantığıyla gerçekleşen davranışlar, herkesi üzer, sıkıntıya sokar. Doğal olarak “Ne ekersen, onu biçersin” kanunu gereğince
kişi her an nefsine zulmettiği için huzursuz, mutsuz ve etrafındaki insanları huzursuz mutsuz eden bir kişi olur.
“Ne kendi eyledi rahat,
Ne âleme
verdi huzur,
Çekti öldü gitti,
Dayansın ehl-i kubûr.”
Almadan vermek sadece Allah’a mahsustur. Allah'ın hiç ihtiyacı yoktur. Yani biz bir şey vermeden Allahû Tealâ hep verendir. Bizler hep Allah'a muhtaç kullarız. Fakat insan ilişkilerinde ne ekersek onu biçeriz
kuralı geçerlidir. Hasada gitmek isteyen, öncelikle tarlayı ekmesi gerekir. Ama karşı taraftan almak istiyorsak, kesinlikle önce vermemiz lâzımdır. Sevmek vermektir. Sevmek fedakârlıktır, mutluluk bunun meyvasıdır. Eğer
tüm bunları gerçekleştirmeden hep karşıdan beklerseniz almanız mümkün değildir. Onun için tarlaya ekmeden hasada giden eli boş döner.
Allah’ın emriyle hayatlarını birleştiren karı-koca, evvel emirde mutlu
bir yuva kurmak istiyorlarsa, çocuklarıyla birlikte huzuru, mutluluğu sonsuz yaşamak istiyorlarsa, mutlaka Allah’ın sesine kulak vermelidirler. Allah’ın sesi Kur’ân’dır. Mutlu bir aile ancak tüm aile bireylerinin mutluluk
davetiyesi, reçetesi ve garantisi hükmündeki Kur'ân’ın emir ve nehiylerine harfiyyen uyulmasıyla gerçekleşir. Öyleyse evlilik kurumuna Kur’ân cephesinden baktığımızda, kocanın eşine nasıl davranması gerektiğini Allahû Tealâ
açıkça ifade ediyor.
35 / FÂTIR - 18: Ve lâ tezirû vâziretun vizre uhrâ, ve in ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu şey’un ve lev kâne zâ kurbâ,
innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salâh(salâte), ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsih(nefsihî), ve ilâllâhil masîr(masîru).
Ve yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin
yükünü (günahını) yüklenmez. Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını) çağırsa bile ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak gaybte Rabbine huşû duyanları ve namazı ikame edenleri
uyarırsın. Ve kim tezkiye olursa (nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi için yapar. Ve dönüş (varış) Allah'adır (Nefs tezkiyesi ile ruh Allah'a döner, ulaşır).
Güzel ahlâkın temeli
nefs tezkiyesi ve tasfiyesidir.
(Devamı gelecek yazıda…)
Nefsi Kim Tezkiye Eder?
Allahû Tealâ'nın emrini yerine getirmek istiyen mutlu olmak isteyen herkes nefsini tezkiye etmek mecburiyetindedir. Kur’ân-ı Kerîm'de açıklandığı üzere, hiç kimse kendi nefsini tezkiye edemez.4 / NİSÂ -
49: E lem tera ilâllezîne yuzekkûne enfusehum. Belillâhu yuzekkî men yeşâu ve lâ yuzlemûne fetîlâ(fetîlen).
Kendi nefslerini temize çıkaranları (tezkiye ettiklerini söyleyenleri) görmedin mi? Hayır
(öyle değil). Ancak Allah, dilediği kişinin nefsini tezkiye eder. Ve onlar, hurma çekirdeğinin ince ipliği kadar (bile) zulüm olunmazlar.Ruhun Allah’a ulaşması tezkiyesiz olmadığına göre demek ki mürşitler, Allah’ın emriyle
insanlara tezkiye istikametinde yardımcı olan kişilerdir. Ve insanları hidâyete ulaştırıyorlar. Bu kişilerin kim olduğuna baktığımız zaman Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberler döneminde bunların peygamber olduğunu, peygamberlerden
sonra da bazı görevlilerin bulunduğu görülür.
Peygamberler dönemindeki durum:
2 / BAKARA - 151: Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum
âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
Nitekim size, aranızda (görev yapmak üzere), sizden (kendinizden) bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki, âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi)tezkiye (ve tasfiye) etsin, size
Kitap'ı(Kurânı Kerim'i) ve hikmeti öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin.. Peygamberlerden sonra da insanlar bu dünyada yaşadıkları müddetçe, kesinlikle nefs tezkiyesine ihtiyaçlarının olduğu
buyurulmaktadır. Onun için kıyamete kadar bu kişilerin varlığını Allahû Tealâ sürdürecektir. Ve bunlara bir açıklık getirmek üzere, Cuma Suresinin 2. âyet-i kerimesinde ve Âli İmrân Suresinin 164. âyet-i kerimelerinden
görevli kıldığı kişilerden bahsetmektedir.Allahû Tealâ bu kişiler için bu defa Bakara 151. âyet-i kerimesindeki gibi “irsal ettik” demiyor. Peygamberler irsal edilir, gönderilir. Çünkü onların irade ve serbestliği yoktur.
28 / KASAS - 68: Ve rabbuke yahluku mâ yeşâu ve yahtâr(yahtâru), mâ kâne lehumul hıyarat(hıyaratu), subhânallâhi ve teâlâ ammâ yuşrikûn(yuşrikûne).
Ve Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Ve seçim hakkı onlara ait değildir. Allah Sübhan'dır (münezzehtir) ve (onların) şirk koştukları şeylerden yücedir. Allahû Tealâ onlar için “erselnâ” kullanıyor.
(Biz göndeririz) Ama peygamberlerden sonraki yetkililer için “ba's ederiz” diyor. Ba's etmek; burada görevli kılmak anlamındadır.
3 / ÂLİ İMRÂN - 164: Le kad mennallâhu
alel mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Andolsun ki Allah,
mü'minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni'met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O'nun (Allah'ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye
eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.
62 / CUMA - 2: Huvellezî
bease fîl ummiyyîne resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ümmîler arasında, kendilerinden bir
resûl beas eden (görevlendiren) O'dur. Onlara, O'nun (Allah'ın) âyetlerini okur, onları tezkiye eder (nefslerini temizler), onlara Kitab'ı (Kur'ân-ı Kerim'i) ve hikmeti öğretir. Ve daha önce (Allah'a ulaşmayı dilemeden
evvel) elbette onlar, sadece açık bir dalâlet içinde idiler. Allahû Tealâ bu kişilerin de insanların nefslerini tezkiye etmek üzere görevli kılındığını ve kıyamete kadar da bu görevlerinin devam edeceğini buyuruyor.
Ancak bu görevliler peygamberlerden farklı olarak kendi iradelerini kullanmak suretiyle yola çıkmışlar ve Allahû Tealâ liyakatleri sebebiyle onları görevli kılmıştır.32 / SECDE - 24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne
bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için. Allahû Tealâ her devirde peygamberlerine
vâris olarak zamanın imamını insanları hidayete erdirsin diye göndermektedir. Devrin İmamı insanları hidayete erdirendir. Veli mürşitler hidayete vesile olanlardır.İnsanın nefsinin tezkiye ve tasfiyesi gerçekleşmeden davranış
biçimlerinde bir düzelme olmaz
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyuruyor. Ahlâk, güzel ahlâk, ahlâk-ı hasene bunlar, özellikle Kur’ân’daki adıyla davranış biçimleri, Osmanlı
deyimiyle beşerî münasebetlerdir.
İnsanoğlu iç dünyasından kaynaklanan taleplerle, hissiyatla karşı tarafa bakar. Eğer karşı tarafa bakış açımız nefsani ise , bizim davranışımız da o istikamette tezahür
eder, yani karşı tarafa negatif davranmaya başlarız. Ama eğer temiz, aydınlık bir kalple, nurlu bir kalple karşı tarafa bakıyorsak, davranışlarımız da ona göre olur. Yani ona kötü sözler söylemek yerine güzel sözler söyleriz,
tokat atmak yerine kucaklaşırız, severiz ve en güzel huzur ve mutluluğu ona veririz.Kişinin davranışları tamamıyla insanın iç dünyasıyla alâkalıdır. Konunun bütünü ile ilgili Mevlâna’nın çok güzel bir deyimi vardır: “Hakk’tan
alırız, halka veririz.”
Kocanın eşini sevmesi için gerekli olan sevgiyi nefs tezkiyesiyle Allah’tan alması lazım. Çünkü sevginin kaynağı Allah’tır. Allah’tan alıp, yani Hakk’tan alıp halka verecektir.
Halkın içinde en yakını kendi eşidir. Ama kişi eşine vermek istediklerini Allah’tan almadıkça o huzur ve mutluluğu yaşayamaz.Hakk’tan (Allah’tan) alınmayan ve eşe verilen her şeyin arkasında bir şeytanî tuzak vardır. Allah’tan
almalıyız, çünkü Allah’tan alınan ve karşı tarafa verilen her şey mutluluktur, huzurdur ve saadettir. Ama bunun tersine, Allah’ın devrede olmadığı, bizden sâdır olup karşı tarafa verilen her şey sadece ve sadece negatiftir,
mutsuzluktur, huzursuzluktur.Allahû Tealâ hiç kimseye eşiyle kavga etmesini öğütlemez. Aksine tam tersi, “Eşiniz size Allah’ın emanetidir. Emanete ihanet etmeyiniz. Emanete Allah’ın emrine uygun davranınız.” der. Kur’ân-ı
Kerîm’in en temel mesajlarından biri şöyledir: “Siz kime hangi mutluluğu verirseniz, onun iki katını Allahû Tealâ size verir.” Buna göre biz Hakk’tan iki alıyoruz, halka bir veriyoruz. Hakk’tan iki kat alıp halka birini
verebilmek, paylaşabilmektir. Bunu tatbik edenlerin hepsi huzuru ve mutluluğu yaşayan insanlardır. Bu formülü tatbik eden bir insanın mutsuz olması mümkün değildir.Öyleyse Kur’ân-ı Kerîm’de Allahû Tealâ’nın “emirlere itaat
edin, yasaklara uyun” demesinin arkasında Allah’ın bir tek gayesi vardır; sadece ve sadece bizi mutlu kılmaktır. Eğer biz Allah’ın emirlerine itaat eder, yasaklarına uyarsak, o zaman vermenin kapısı daima bize açık. Biz
bir hazine değiliz, sadece bir vasıtayız. Allah’tan alıp etraftakilere dağıtmanın vasıtasıyız, yani bir köprüyüz.Allahû Tealâ her şeyi insan için yaratmıştır, ama insan başı boş değildir, insan da Allah içindir. İnsan kendisinin
dışındaki bütün varlıklarla Allah arasında bir köprüdür. Halk arasında bir söz vardır: “Birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için.”Eğer siz gerçekten herkese vermek istiyorsanız, Allah’ın sizin için vaaz ettiği o temel
hedefi yerine getirmeniz lâzım, Allah için olmanız lâzım, bir tek dilekle kalben Allah’a ulaşmayı dilemeniz lâzım. Öyleyse bir kocanın eşine en güzel davranışı gerçekleştirebilmesi, Allah için olmasıyla doğru orantılıdır.
Ne kadar Allah içinseniz eşinize o kadar mutluluk verirsiniz, güzel davranırsınız.Adem (A.S)’dan bugüne kadar eğer insanlık tarihi incelenirse görülecektir ki eşine en iyi davrananların başında Allah’ın Peygamberleri geliyor,
sonra Allah’ın velileri geliyor, sırasıyla devam ediyor. Yani bu sıralamayı, kişinin Allah’ın indindeki liyâkatına paralel olarak yaptığı davranış biçimleri tayin ediyor.Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Eşine
en iyi davrananınız Benim” diyor. Bihakkın aynen öyledir. Çünkü o Allah’ın tasarrufundaydı. Allah’ın tasarrufunda olan Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) Kendisinin dışındaki herkes için istediği tek şey, sadece
mutluluk huzur. Dikkat edilirse Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ne eşleri, ne en yakın hizmetkârları, etrafında olan insanların hiçbirisi O’ndan “Sen şunu niçin böyle yaptın, şöyle yapmalıydın” gibi sözler duymamıştır.Peygamber
Efendimiz etrafındaki insanlara, sözleriyle ve onlara karşı davranışlarıyla en zirve noktada örnek olmuştur. Öyleyse karşı tarafa faydalı olmak istiyorsak, söylediklerimizin mutlaka kendimiz tarafından yapılıyor olması
lâzım. Örneğin bir baba fosur fosur sigara içiyorsa, çocuğuna ne kadar ‘sigara içme kötüdür’ derse desin, bu ona bir fayda sağlamaz, yine içmeye devam edecektir.(Devamı gelecek yazıda…)
“Kendin için istediğini mutlaka ama mutlaka kardeşin için de iste.”
Bu evrensel düstur, eğer bugün insanlar tarafından tatbik edilirse, bu dünya bir cennet olur ve herkes huzur ve mutluluğu yaşar.
Aslında kendimiz için istediğimiz bütün güzellikleri, iyilikleri başkaları için de istesek karşı tarafla arada kavga, anlaşma olması imkânsızdır.İnsanlar bazı insanların ateist olduğunu söyler. Bu karşın ben de diyorum
ki aslında insanlar farkında değiller, ateist insan yoktur. Nedenini şöyle izah ediyorum; o ateist olan insana: “Kardeşim sana birisinin yalan söylemesini ister misin?” diye sorduğunuzda “Hayır” der.
“Birisinin sana ihanet etmesini ister misin?” diye sorduğunuzda “Hayır” der.
“Birisinin seni dövmesini ister misin?” diye sorduğunuzda “Hayır” der. Aslında
bu kişinin bütün isteklerinin karşılandığı sistem dîndir. Dînin sahibi Allah'tır. Buna rağmen kişinin Allah'a îmân etmemesi, şeytanın ve nefsinin cehaletindendir. Çünkü aslında bu negatiflerin yapılmaması dîn çerçevesinde
belirlenmiştir.
Ama ne yazık ki bunların uygulanması noktasında şeytan devreye giriyor. Ne olursa olsun bu gerçekleri bilen insanların davranış biçimi takva ve birr’dir. Allahû Tealâ Mucadele-9’da şöyle emrediyor:
58 / MUCÂDELE -
9: Yâ eyyuhellezîne âmenû iza tenâceytum fe lâ tetenâcev bil ismi vel udvâni ve ma’siyetir resûli ve tenâcev bil birri vet takvâ, vettekûllâhellezî ileyhi tuhşerûn(tuhşerûne).
Ey
âmenû olanlar (Allah'a inananlar, îmân edenler)! Aranızda gizlice konuştuğunuz zaman artık günah, düşmanlık ve resûle isyan konusunda gizli gizli konuşmayın. Birr ve takva konusunda aranızda müşavere edin (görüşün). Ve
kendisine haşrolunacağınız (huzurunda toplanacağınız) Allah'a karşı takva sahibi olun. “Allah’ın emirlerine itaat ediniz ve yasaklarını çiğnemeyiniz. Allah’ın emirlerine itaat istikametinde yardımlaşınız, Allah’ın
yasaklarına uymak istikametinde yardımlaşınız.” Allahû Tealâ burada mü’minler için davranış biçimlerini formüle etmiş. Elimizde bir formül var. Allah’a ulaşmayı dileyen hakk mü’minlerden olan birisinin eşine, çocuğuna,
komşusuna, etrafındaki herkese davranış biçimini Allahû Tealâ şöyle emrediyor: “Ey Bana ulaşmayı dileyen kulum! Sen takvada etrafındaki insanlarla yardımlaş.”Yani “Evvela Allah’a ulaşmayı dile, sonra bu dileği başkalarına
ulaştır.” Evvela Allah’ın zikrini yap, sonra bu zikri takva istikametinde başkalarına tavsiye et.” Yetmez, “Sen başkalarına mutsuzluk verme, o zaman sen de mutsuz olmazsın.” Yani yıkık duvarın dibinde oturma ki kötü rüya
görmeyesin.Günümüzde birçok insan, hayatı sadece bu dünya hayatından ibaret sanır ve mutluluğun bu dünya hayatının elde edilmesiyle tahakkuk edeceğini düşünür. Hâlbuki olayın 3 cephesi vardır:
1) Biz evvel emirde yaratılmış bir mahluk olmamız hasebiyle Allah’a karşı görevlerimiz vardır.
2) Dışımızdaki bütün insanlara karşı vazifelerimiz, görevlerimiz vardır.
3) Kendimize karşı vazifelerimiz vardır. Örneğin Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Nefsinize zulmetmeyin, çünkü onun da üzerinizde hakkı vardır.” buyuruyor.
Nefsimizin
üzerimizdeki hakkı 7 kademede nefsimizi tezkiye etmektir. Allahû Tealâ bu konuda ezelde bizden misak almış. Eğer biz nefsimizi tezkiye edersek, temizlersek o zaman nefsimizden pozitif düşünceler, pozitif sözler, güzel davranışlar
sadır olur. Biz etrafımızdaki insanlara güzel söz söylediğimiz, güzel davrandığımız zaman, doğal olarak Allahû Tealâ bize mutlaka bunu yansıtır, bizi mutlu kılar.Meşhur bir atasözü şöyle söylüyor: “İyilik yap, denize
at, balık bilmezse Hâlık bilir.”
Kişi eğer îmân ederse, kim olursa olsun, kendisini öldürmeye gelen kişiye bile davranış biçimi budur.
Nitekim Habil ile Kabil arasındaki olay
budur. Kabil kardeşine diyor ki: “Ben seni öldüreceğim.” Habil diyor ki: “Tamam sen gelip beni öldürebilirsin ama ben sana el kaldırmam.”
Bakın burada kendi hayatı söz konusu. Ama buna rağmen Allah’ın
kanundan asla taviz vermiyor. İşte Allah’a bağlılığımızın dizaynı bu şekilde olması lâzım. Bunu ne zaman başarabiliriz, gerçekleştirebiliriz? Biz nefsimizi tezkiye ve tasfiye edersek yani nefsimizin üzerimizdeki hakkını
yerine getirirsek gerçekleştirebiliriz.
İç dünyamızda nefse ruhun kavgası bittiği zaman, yani nefsimize karşı görevimizi yerine getirdiğimiz zaman biz mutlaka diğer insanlara karşı görevlerimizi yerine
getiririz.
Dikkat edin, beşerî münasebetler, davranış biçimleri 3 grupta toplanmıştır.
1) Kısas
2) Af
3) Kötülüğe karşı hayırla mukabele etmek.
İnsanda bu davranış biçimleri neye göre tezahür eder? Kişinin nefsine karşı olan vazifeleri yerine getirmesi oranında tezahür eder.
Henüz nefsini Allah’ın temel emrine uygun olarak
tezkiye etmemiş bir insana, istediğiniz kadar “karşı tarafı affet” deyin, nefsindeki karanlıklar sebebiyle onun karşı tarafı affetmesi mümkün değildir. Allahû Tealâ bunu bildiği için diyor ki; “Tamam, ama haddi aşma, kısasa
ben sana izin veriyorum” diyor. “Fakat bil ki kısas ile af mukayese edildiği zaman ey kulum, Ben sana affı tavsiye ediyorum. Af kısastan daha hayırlıdır” diyor.
42 / ŞÛRÂ - 40: Ve cezâu seyyietin, seyyietun misluhâ, fe men afâ ve asleha fe ecruhu alâllâh(alâllâhi), innehu lâ yuhıbbuz zâlimîn(zâlimîne).
Bir kötülüğün cezası
onun misli kadar kötülüktür. Fakat kim affeder ve ıslâh ederse artık onun ecri (mükâfatı) Allah'a aittir. Muhakkak ki O (Allah), zalimleri sevmez.
42 / ŞÛRÂ - 41: Ve
le men intesare ba’de zulmihî fe ulâike mâ aleyhim min sebîl(sebîlin).
Ve gerçekten zulme uğradıktan sonra hakkını geri alan kimseler, işte onlar; onların üzerine (aleyhlerine) bir yol (ceza) yoktur. Bu
davranış biçimini kendisine hedef ittihaz eden bir insan, affedebilmek için öncelikle nefsinin manevî kalbindeki karanlıkları %51 oranında temizlemesi lâzım. Aksi takdirde karşı tarafta davranış biçimi olarak affı sergileyemez.
Diyelim ki kişi ermiş evliyadan oldu. Artık başkasının kendisine yaptığı negatif davranışları affedebilme seviyesine ulaştı. Nitekim Allahû Tealâ Kur’ân’da bunu zikrediyor.
3 / ÂLİ İMRÂN - 134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever. Diyor ki: “Onlar
bollukta ve darlıkta infak ederler, öfkelerini yutarlar.” Yani “Başkalarının kendilerine yapmış olduğu negatif davranışlara kesinlikle cevap vermezler, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler.” Bu kişiler, minimum seviyede
kalbi %51 nurlanan kişilerdir.
Fakat böyle bir insana kötülüğe karşı iyilikle mukabele etmesini söylerseniz, bu davranış biçimini sergilemesi henüz mümkün değildir. çünkü nefsinin kalbinde hala karanlıklar vardır. O karanlıklar sebebiyle,
kötülüğe karşı iyilikle mukabele etmeyi kişi belki bikaç defa başarabilir, fakat devamlı olarak bu davranış biçimini sergilemesi imkânsızdır, nefsindeki karanlıklar sebebiyle mutlaka o da karşı tarafa negatif davranacaktır.Acaba
ne zaman o kişi istisnasız ve devamlı olarak (şartlar ne olursa olsun) kötülüğe karşı hayırla mukabele eder? Nefsinin manevî kalbindeki karanlıklar %100 temizlendiği an. Nefsinin afetlerinin kalmadığı noktada, o kişinin
başkalarına karşı olan davranış biçimi sadece ve sadece güzelliktir.O zaman bir kocanın eşine karşı davranış biçimi en güzel olabilmesi için kocanın Allah’ın emrettiği dizayn içerisinde 7 safha 4 teslimi yaşaması, Allah’a
teslimiyet dizaynı içerisinde dîni yaşaması gerekir. Bir arıyı düşünün. Yaptığı balın %99’unu etrafındaki insanlara veriyor, %1’i ile hayatını idame ettiriyor.Öyleyse bizler de, %100 üreteceğiz, etrafımızdaki ihtiyaç sahiplerine
%99’unu vereceğiz, kendimiz için %1 tüketeceğiz. Görüldüğü gibi, kişinin eşine şefkatle, merhametle, sevgiyle yaklaşması, o kişinin Allah ile olan ilişkilerine bağlıdır.
Mutluluğun yegâne kaynağı Allah’tır, dîndir, Kur’ân’dır, başka bir kaynak yok. İnsanlar henüz bunun tadına varmamışlar. Tadına varan Allah’ın dostları "Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun" diyerek
Allah’a aşık olmuşlar, daha ötede Allah’a hayran olmuşlar.Allah razı olsun.
Bâtıl ve Emaniye Nedir?
Eûzubillâhimineşşeytanirracîm Bismillâhirrahmânirrahîm,
Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki, bir kez daha bir yazımızda siz sevgili okurlarımızla birlikteyiz.
Bid’atler insanların zanlarıyla oluşturdukları, tamamıyla Kur’ân-ı Kerim’e aykırı zanlardan oluşan bir tatbikattır. Bid’at, Kur’ân’da olmayan bir konunun devreye alınması ve Kur’ân’da farz olan bir hükmün
devreden çıkartılmasıdır. Bid’atler, A’dan Z’ye kadar Kur’ân’ın bütününe aykırı bir muhtevayı ifade eder.
Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de bid’atleri emaniye ve batıl kelimeleriyle ifade etmektedir.
Bakara Suresinin 78. âyeti kerimesinde Allahû Tealâ Kitab’ı (âyetleri) bilmeyenlerin emaniyeye, insan düşüncesinin mahsulu olan el yazması kitaplara tâbî olduklarını bildirmektedir.
Emaniye, Kitap’ta
olmamasına rağmen sonradan dîn tatbikatına sokulan bid’atlerdir.
2 /
BAKARA - 78: Ve minhum ummiyyûne lâ ya’lemûnel kitâbe illâ emâniyye ve in hum illâ yezunnûn(yezunnûne).
Ve onlardan bir kısmı ümmîlerdir. Onlar (Allah'ın) Kitabı'nı bilmezler, sadece emaniyeyi (kişilerin yazdığı kitapları) bilirler. Ve onlar sadece zanda bulunuyorlar. Âyetlerden gafil olanlar, Kitab’ı
bilmeyen, dünya hayatında Allah'a ulaşmayı dilemeyenlerdir.
10 / YÛNUS - 7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah'a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır. Dünya
hayatında insanların Allah'a ulaşmayı dilemelerine mani olarak onları kuruntulara düşüren şeytandır. Şeytan insanlara dünya hayatını süslü gösterir. İnsanların dünya hayatının peşinden koşmalarını sağlar. Şeytan insanların
iç sesini taklit ederek onları kuruntuya düşürür. İnsanlar bilmedikleri için bunları kendi düşünceleri zannederler.
Emaniyeye tâbî olan yahudi ve hristiyanlar cennete sadece kendilerinin gideceğini,
yahudi ve hristiyanlardan başka kimsenin giremeyeceğini söylerler. Dünya hayatında Allah'a ulaşmayı dilemeyen müslümanlar da sadece müslümanların cennete gideceğini yahudi ve hristiyanların cehenneme gideceğini söylerler.
Allahû Tealâ bunun zan olduğunu Kur'ân’a uymadığını, aksine dünya hayatında Allah'a ulaşmayı dilemeyerek hevasına uyup seyyiat işleyenlerin cehenneme gideceğini, Allah'a ulaşmayı dileyerek salih amel işleyenlerin
cennetlik olduğunu Nisa Suresinin 123 ve 124. âyetlerinde bildirmektedir.
4 / NİSÂ - 123: Leyse bi emâniyyikum ve lâ emâniyyi ehlil kitâb(kitâbi). Men ya’mel sûen yucze bihî, ve lâ yecid lehu min dûnillâhi veliyyen ve lâ nasîrâ(nasîran).
Sizin emaniyenizle ve kitap ehlinin emaniyesi ile değil, kim kötülük yaparsa (sadece) onunla cezalandırılır. Ve kendisi için Allah'tan başka bir velî ve bir yardımcı bulamaz.
4 / NİSÂ -
124: Ve men ya’mel mines sâlihâti min zekerin ev unsâ ve huve mu’minun fe ulâike yedhulûnel cennete ve lâ yuzlemûne nakîrâ(nakîran).
Ve erkeklerden veya kadınlardan mü'min olarak, kim salih amel (nefs tezkiyesi)
yaparsa o taktirde, işte onlar, cennete girerler ve onlara hurma çekirdeğinin lifi kadar (zerre kadar) bile zulmedilmez. A’râf Suresinin 175 ve 176. âyeti kerimelerinde Allahû Tealâ, âyetlerini verdiği ve sonra âyetlerden
ayrılarak şeytana tâbî olan insanların varolduğunu dile getiriyor:
7 / A'RÂF -
175: Vetlu aleyhim nebeellezî âteynâhu âyâtinâ fenseleha minhâ fe etbeahuş şeytânu fe kâne minel gâvîn(gâvîne).
Onlara, âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin haberini oku (anlat). Sonra o, ondan (âyetlerden) ayrıldı,
artık şeytan onu kendisine tâbî kıldı. Ve böylece o zarar görenlerden (azgınlardan) oldu.
7 / A'RÂF -
176: Ve lev şi’nâ le refa’nâhu bihâ ve lâkinnehû ahlede ilel ardı vettebea hevâh(hevâhu), fe meseluhu ke meselil kelb(kelbi), in tahmil aleyhi yelhes ev tetrukhu yelhes, zâlike meselul kavmillezîne kezzebû bi âyâtinâ, faksusîl
kasasa leallehum yetefekkerûn(yetefekkerûne).
Ve şâyet dileseydik onu, onunla (âyetlerimizle) elbette yükseltirdik. Ve fakat o dünyaya meyletti ve hevasına (nefsinin afetlerine) tâbî oldu. Artık onun hali,
köpeğin hali gibidir ki; onunla ilgilensen de solur, onu terketsen de (kendi haline bıraksan da) solur. Âyetlerimizi yalanlayan kavmin hali işte böyledir. Artık bu kısası anlat, böylece onlar tefekkür ederler. Görüyoruz
ki, Allah’ın âyetleri var. Fakat kişi âyetlerden sıyrılarak şeytana tâbî oluyor. Şeytan âyetlerin yerine, âyetlere uymayan bid’atleri onlara söylüyor. Âyetlerin yerine bid’atleri geçirenler, âyetlere zulmeden, günahları
sevaplarından fazla olan cehennemliklerdir.
7 / A'RÂF -
9: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum bimâ kânû biâyâtinâ yazlimûn(yazlimûne).
Ve kimin (sevap) tartıları hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimize zulmettiklerinden dolayı nefslerini hüsrana düşürmüş olanlardır. Batıl, dîn tatbikatında var olan bir hükmün uygulanmaması ve inkâr
edilmesiyle oluşan bir düşünce ve inanç sistemidir.
47 / MUHAMMED - 3: Zâlike bi ennellezîne keferûttebeûl bâtıle ve ennellezîne âmenûttebeûl hakka min rabbihim, kezâlike yadribullâhu lin nâsi emsâlehum.
Bunlar, kâfirlerin bâtıla tâbî olması ve âmenû olanların, Rab'lerinden (inen) hakka tâbî olmaları sebebiyledir. Allah insanlara, işte böyle kendi durumlarını misâl verir. Allah'a ulaşmayı dilemeyen
kâfirler batıla tâbi olurlar. Dünya hayatında Allah'a ulaşmayı dileyen mü’minler ise Rab'lerinden (inen) hakka tâbî olanlardır.
18 / KEHF - 55: Ve mâ menean nâse
en yu’minû iz câe humul hudâ ve yestagfirû rabbehum illâ en te’tiyehum sunnetul evvelîne ev ye’tiyehumul azâbu kubulâ(kubulen).
Ve insanları, onlara hidayet geldiği (hidayete davet edildikleri) zaman Rab'lerinin mağfiretini dilemekten ve mü'min olmaktan men eden (alıkoyan) şey, sadece evvelkilerin sünnetinin, onların başına gelmemesi
veya azapla karşı karşıya kalmamalarıdır.
18 / KEHF - 56: Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn(munzirîne), ve yucâdilullezîne keferû bil bâtılı li yudhıdû bihil hakka vettehazû âyâtî ve mâ unzirû huzuvâ(huzuven).
Biz, resûlleri sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz. Kâfirler (ise) hakkı bâtılla iptal etmek için mücâdele ederler. Âyetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri alay (konusu) ederler.
18 / KEHF - 57: Ve men azlemu mimmen zukkire bi âyâti rabbihî fe a’rada anhâ ve nesiye mâ kaddemet yedâh(yedâhu), innâ cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim
vakrâ(vakren) ve in ted’uhum ilel hudâ fe len yehtedû izen ebedâ(ebeden).
Rabbinin âyetleri zikredildiği (hatırlatıldığı) zaman ondan yüz çeviren ve elleriyle takdim ettiklerini (günahlarını) unutan kimseden
daha zalim kim vardır? Muhakkak ki Biz, onların kalplerinin üzerine (fıkıh etmeyi engelleyen) ekinnet kıldık. Ve onların kulaklarında (işitmeyi engelleyen) vakra vardır. Sen, onları hidayete davet etsen de bundan sonra
onlar, ebediyyen asla hidayete eremezler. Dünya hayatında Allah'a ulaşmayı dilemeyenler batıla tâbî olanlardır. Dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilemeye mani olanlar ise elleriyle yazdıkları emaniye denilen kitaplara
tâbî olanlardır.
Allah'a ulaşmayı dileyenler ise Allah'tan indirilen âyetlere, Hak Kitab’a tâbî olanlardır.
Allah razı olsun.
Sevgili kardeşlerim, Kur’ân-ı Kerim’deki mânâsıyla zikir; Allah isminin ardarda tekrar edilmesidir. Zikir, Kur’ân-ı Kerim’i yaşamanın olmazsa olmaz yegâne şartıdır.Hidayet dînin omurgasıdır ve zikirsiz bir hidayetin
yaşanması söz konusu değildir. Öyleyse dîni yaşamak A’dan Z’ye kadar zikre bağlıdır. Çünkü Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) 14 asır evvelinde dış düşmanlarla yaptığı bir savaştan döndüğünde sahâbeye şöyle buyuruyor:
“Biz küçük cihattan döndük, şimdi büyük cihada başlıyoruz”. Sahâbe soruyor: “Ya Resûlullah dış düşmanlarla yapılan bu cihattan daha büyük cihat var mıdır?”,“Evet, bir insanın kendi nefsiyle yaptığı cihat en büyüktür.” buyuruyor.İşte
içimizdeki en büyük düşmanımız olan nefsimize karşı yaptığımız cihadın silahı zikirdir. Nasıl ki dış düşmanlarla yapılan savaşın silahı tabancadır, tüfektir vs.dir, bizim kendi nefsimizle yaptığımız cihadın silahı da zikirdir
ve zikir en büyük ibadettir. Dîni yaşamak; nefsimize karşı cihadı ekberi kazanmaktır.Zikirsiz bir nefs tezkiyesi, zikirsiz bir nefs tasfiyesi hiç kimse için mümkün değildir. Zikir 7 vasıta emirden sadece bir tanesidir.
İblis, 7 hedef emirden bir tanesi olan mürşide tabiyeti din tatbikatından çıkartmak süretiyle vasıta emir olan zikri, dîn tatbikatından çıkartmayı başarmıştır. Başta hidayet; Allah’a ulaşmayı dilemek günümüz dîn tatbikatında
yer almamaktadır. Hidayet olmadığı için otomatikman zikir de devreden çıkmıştır.Allahû Tealâ Zumer Suresinin 22. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
39 / ZUMER - 22: E
fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Allah kimin göğsünü İslâm
için (Allah'a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah'ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler. Dünya hayatında Allah'a ulaşmayı
dileyerek “Allahû Tealâ’nın göğsünün şerh ettiği kişi bir nur üzeredir.” Âyetin devamı şöyle: Dünya hayatında Allah'a ulaşmayı dilemeyerek açık bir dalâlette bulunan “Zikirle kalpleri katılaşanların vay haline!” Öyleyse
hidayet yoksa zikir de yoktur, hidayet varsa zikir vardır.
En’âm Suresinin 125. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
6 / EN'ÂM - 125: Fe
men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrehu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrehu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah'a) teslime (İslâm'a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece
Allah, mü'min olmayanların üzerine azap verir. “Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü şerh eder, teslimlere açar.”
Bu nokta çok önemli: Allah’a ulaşmayı dilemek hidayettir. Allah
kimi Kendisine ulaştırmayı diliyorsa, onun göğsünü şerh ediyor. Allah kimin de dalâlette kalmasını dilerse onun göğsünü darlaştırır, sanki göğe yükseliyormuşçasına bir darlık verir.Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dileyeni,
yani hidayeti dileyeni Kendisine ulaştırır ama dilemeyeni de dalâlette bırakır. Dalâlette kalan bir insan sürekli daralır, zikir yapsa da, zikir onun kalbine bir şey ulaştırmaz. Hidayeti dileyen bir kişi ise zikir yapmaya
başladığı an kalbi nurlanır.Öyleyse günümüz dîn tatbikatında niçin zikir yer almamaktadır? Çünkü bu dîn tatbikatında sadece İslâm’ın beş şartı var; Sevm’us-salât (namaz ve oruç), hacc’ül zekât (hac ve zekat) ve kelime-i
şahâdet olmak üzere 5 vasıta emir var. Fakat kişinin kalben, ölmeden önce ruhunu Allah’a ulaştırmayı dilemesi olan hidayet yok. Hidayet yoksa doğal olarak hidayetçi de yok. Hidayetçi yoksa zikir yoktur. İşte bugünkü dîn
tatbikatında zikrin olmamasının temel sebebi mürşide tabiyetin olmamasıdır. Rabıtasız zikir hedefe ulaştırmaz.Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyuruyor ki: “Lâ tectemî ummetî an dalâleti. Benim ümmetim dalâlet
üzere birleşmez.” Mefhûm-u muhâlifîn’den hareket ettiğimizde, dalâletin zıttı olan kavram hidayettir.Hadîs-i şerifte birleşmenin adresi dalâlet olmadığına göre hidayettir. Demek ki cem olmanın, cemaatte yer almanın adresi,
olmazsa olmaz şartı HİDAYET’tir.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) devam ediyor; “Cemaat rahmettir, tefrika azaptır.” Her iki hadis-i şerif arasında kesin bir illiyet rabıtası vardır. cemaat
(Cem olmak) rahmettir. Rahmeti bize ulaştıran amel; zikirdir.Diğeri taraftan tefrika azaptır, kişinin dalâlette kalması onu azaba ulaştırmaktadır ve dalâletteki kişi doğal olarak zikir yapmadığı için sürekli mutsuzdur,
huzursuzdur ve azaptadır. Bizi mutsuz ve huzursuz kılan faktör nefsimizin afetleridir. Bu afetleri kalpten temizlemenin yegane vasıtası zikirdir. İnsanlar ne kadar mutlu olmak istiyorlarsa o kadar zikretmelidir. Zikir yoksa
mutluluk ve huzur yoktur.Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
29 / ANKEBÛT - 45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu),
vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).
Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah'ı zikretmek mutlaka
en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir. Âyet-i kerimede 3 tane zikir mukayese edilmektedir:
- Kur’ân’ın tilâveti bir zikirdir,
- Namaz kılmak da bir zikirdir,
- Allah’ın isminin tekrarı da bir zikirdir.
Bu 3 zikir birbirinden farklı fonksiyonlara tâbîdir. Fakat âyet-i kerimeye göre, bu 3 zikirden en büyük olanı, Allah isminin kalpte tekrarıdır. Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin de bir zikir olması, âyet-i kerimelerde
Allah isminin tekrarı olması sebebiyledir, dolayısıyla bu âyetler okunduğu zaman kişi otomatikman zikretmiş olur.Sevgili Kardeşlerim, insanlar zikir yapmadıkları takdirde akıllarına mukayyet olamazlar. Bir söz vardır: “Kişinin
ilmi yoksa kesinlikle aklı da yoktur. Amelsiz ilim deliliktir, ilimsiz amel de hiçliktir.” Kişinin eğer ilmi var da ameli yoksa o aslında akletmeyen birisidir. Ama ilimsiz amel de hiçliktir, yani kişiye bir fayda sağlamaz.
İlmi yaşayabilmemiz için mutlak surette zikrin devreye girmesi lâzımdır.Nitekim Kur’ân’da, Kehf Suresi 105. âyet-i kerimesinde şöyle buyrulmaktadır:
18 / KEHF -
105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab'lerinin âyetlerini ve O'na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun
Allah'a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız. Allah’a ulaşmak hidayettir. O insanlar ki hidayeti (Allah’a ulaşmayı) inkâr ediyorlar,
hidayet olmayınca o zaman onların amelleri de boşa gidiyor, yani fayda vermiyor. İlimsiz, hidayetsiz amel hiçliktir.
Halbuki zikrin ve vasıta emirlerin yer aldığı bir muhteva bize bir bütün olarak İslâm’ı
ifade etmektedir. Yani, İslâm’ın beş şartına ilave olarak, dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilemek, olan hidayet ve hidayetçiye tâbiiyet kesinlikle farzdır. Hidayet ve hidayetçi olmadığı takdirde vasıta emirlerin yerine
getirmesi halinde, ameller boşa gitmektedir.Öyle insanlar vardır ki, “ben Allah’ı seviyorum, ben şuyum, ben buyum, ben zaten Allah’a inanıyorum.” derler fakat baktığınız zaman amelleri (hidayet, tâbîiyet) yerine getirmiyorsa,
ifade ettiğimiz gibi kişinin ameli olmadığı cihetle, o aslında akletmeyen birisidir. Eğer ilmi var onunla amel etmiyor o da kesinlikle doğru değildir. Yani dengenin korunabilmesi için mutlaka her ikisinin beraber olması
lâzımdır.Allah’a ulaşmayı dilemek ve tâbiiyet, dînin temeli, omurgasıdır. Temelsiz bir binayı yükseltmek hiç kimse için mümkün değildir. Zikretmeyen kişinin aklı yok demektir. Akledebilmek için mutlaka zikir lâzımdır. Bunu
nerden biliyoruz?
Allahû Tealâ Hacc Suresinin 46. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
22 /
HACC - 46: E fe lem yesîrû fîl ardı fe tekûne lehum kulûbun ya’kılûne bihâ ev âzânunyesmeûne bihâ, fe innehâ lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr(sudûri).
Onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı
ki onların, onunla akıl ettikleri kalpleri ve onunla işittikleri kulakları olsun. Fakat baş gözleri kör olmaz. Lâkin sinelerdeki kalpler kör olur. “Onlar yeryüzünü dolaşmadılar mı? Kalpleri olur da onunla aklederlerdi.
Buna göre, kişi kalple akledebildiğine göre, zikrin mahalli de kalp olduğuna göre, zikretmeyen kişi aslında akletmeyen bir insandır.(Devamı bir sonraki yazıda)
Sevgili Kardeşlerim, Allahû Tealâ iki çeşit zikri de Kur’ân’ı Kerim’e yerleştirmiştir: Hâfî zikir ve Cehrî zikir. İki çeşit zikrin de dominant olarak kullandığı yerler vardır.
Hâfî zikir,
Allah isminin iç sesimizle tekrarı demektir. Hâfî zikirde, sadece dili kıpırdatırsınız ama sessiz bir şekilde zikredersiniz, bu yine hâfî zikirdir. Bir de, iç sesinizle Allah’ı tekrar edersiniz yine hâfî zikirdir.
Ama ne zaman Allah ismini sesli olarak tekrar edersiniz bu cehri zikirdir. Örneğin hac farizasını yerine getirirken yapılan zikirlerin hepsi cehri zikirdir. Yine savaşta, hücuma geçerken “Allah, Allah,
Allah” sesleriyle yapılan zikirler de cehri zikir hüviyetindedir. Fakat bu zikirleri, evinizde otururken yapamıyorsunuz, tek başına olduğunuza göre, en kıymetli olan zikir; hâfî zikir, yani sessiz yapılan zikirdir.
Cehri zikrin 24 saat zaman dilimi içinde yapılabilmesi mümkün değildir. Ama hâfî zikri Allahû Tealâ 24 saat farz kılmıştır.
Allahû Tealâ Muzzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesinde bildirmektedir.
73 / MUZZEMMİL -
8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O'na ulaş. Bu âyet-i kerimedeki zikir, 3 saatlik bir zaman dilimine tekabül etmektedir. Ruhun
Allah’a teslimi için mutlak surette bu 3 saatlik zikrin yerine getirilmesi lâzımdır. Ama fizik vücudun Allah’a teslimi 3 saatlik bir zikirle değil, bu zikrin 6 kat daha arttırılmasıyla mümkündür. Fizik vücudun teslimi 18
saatlik zikri gerektirir. Yani, 24 saatlik zaman diliminde, eğer 6 saat bir uyku süresi düşünecek olursak, geride kalan, yatağınızdan uyanır uyanmaz tekrar yatağa dönünceye kadar geçen her saniyeyi kişinin zikir yaparak
geçirmesi lâzımdır.
O zaman akla şöyle bir sual gelebilir: Bir kişi bu kadar süre içinde zikir yapacak ama hiç mi çalışamayacak? Burada Allahû Tealâ’nın muradı, kişi uykusundan uyandıktan sonra, tekrar yatağa dönünceye kadar
geçen sürede Allahû Tealâ’yı zikretmesi, böylelikle dünyadaki her aktivitenin zikirle yapılmasıdır. Su içerken zikirle, yemek yerken zikirle, bağ-bahçe ekerken zikirle, çift sürerken zikirle, televizyon seyrederken zikirle,
mutfakta yemek pişirirken zikirle, kısacası her şeyin zikirle yapılması lâzımdır. Tüm bu zaman dilimlerindeki zikrin cehri zikirle yapılmasına imkân yoktur, şartlar müsadee etmez. Fakat kişi bunu hafî zikirle gerçekleştirebilir.
Allahû Tealâ’nın bizden de istediği budur. Öyleyse fizik vücut teslimi için 18 saat zikir gereklidir. Nefsin teslimi ise daimî zikirle mümkündür.
Allahû Tealâ Nisâ Suresinin 103. âyet-i kerimesinde şöyle
buyuruyor:
4 / NİSÂ - 103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne
kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla
kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, “vakitleri belirlenmiş bir farz “ olmuştur. “Namazı kılıp bitirdikten sonra, otururken, ayaktayken, yan üstü yatarken, hep Allah’ı zikredin.” Niçin namazı kılıp bitirdikten
sonra? Çünkü zaten namaz bir zikirdir. Öyleyse Allahû Tealâ daimî olarak zikretmemizi emrediyor. İşte nefsin Allah’a teslimi daimî zikirle mümkündür.
Zikredenleri kınayan kişiler ise Allah’ı zikretmeyenlerdir. Zikretmeyenler ruhlarını, fizik vücutlarını, nefslerini Allah’a teslim etmeyenlerdir. Bu teslimleri yapmayanlar, Teslim Dînini yaşamayanlardır.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sözlerine baktığımız an, zikirle ilgili birçok güzellikler vardır:
• “Fâsıklardan olmak istemiyorsanız Allah’ı çok zikredin.”
• “Daimî zikir
için şeytanın kapısını zikirle kilitleyiniz.”
• “Zikretmek şifadır, zikirsizlik ise hastalıktır.”
• "Size Allah'ı çok zikretmenizi emrediyorum. Peşine düşman düşen bir kimse, nasıl bir kaleye sığınarak ondan kurtulursa, kul da şeytandan ancak Allah'ın zikri ile kurtulur."
• “Allahu Teala’ya muhabbetin alâmeti zikrullahı sevmek, nefretin alâmeti zikrullahı sevmemektir.”
• “Allah'ı zikreden mü'min diriye, Allah'ın zikrinden gafil olan kişi ölüye benzetilmiştir.”
• “Kuran'ı okumak ve zikir imanı kuvvetlendirir.”
• "Allah’ı çok zikretmeyen imandan uzaklaşır."
• Allah’ı zikretmeksizin çok konuşmayın. Çünkü çok kelam kalblerinizi katılaştırır. Katı kalb ise Allah’tan
uzaktır. Fakat siz bilemezsiniz. Sanki işin erbabı gibi insanların günahlarına bakmayınız. Kullar gibi kendi günahlarınıza bakınız. Ancak insanlar imtihandadırlar ve affedilebilirler. Bela (imtihan) ehline merhamet ediniz.
Afiyetten dolayı da Allah’a hamdediniz.
• “Kul, kendini Allah’ın azâbından kurtarmada zikrullahtan daha etkili bir ameli işlememiştir.”
• Herşeyin bir cilası vardır, kalbin cilası da Allah’ı zikretmektir.
• "Bilin ki, sizin derecenizi her amelden daha yukarı çıkaran ve sizin için güneşin ışıdığı şeylerden daha iyi olan amellerinizin
en iyisi, Allah’ı (CC) zikretmektir. Zira Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ben, beni zikredenle birlikteyim."
• “Cennet ehli, başka hiçbir şeye değil, sadece, dünyada Allah’ı zikretmeksizin geçirmiş oldukları
anlara hasret ve nedâmet duyarlar!”
• "Allahû Tealâ’nın yanında derecesi yüksek olanlar, Allahû Tealâ Hazretlerini çok zikreden kadın ve erkeklerdir."
• “İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde Allah zikredilmeyen evlerin misali, diri ile ölünün misali gibidir.”
Zikretmemek ölüme teşbihtir. Öyleyse zikretmeyenler aslında ölü
olan insanlardır.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) yine bir hadisinde: “Allah’ı zikretmek sizin için altın ve gümüş vermekten, düşmanı öldürmekten, bütün amellerden daha faydalı ve derecenizi daha yükselticidir.”
buyurmuştur.Allahû Tealâ Teslim Dînini üzerimize farz kılmıştır. İslâm, Allah’a teslim olmaktır. Allahû Tealâ, bize ruhu üfürdüğü ruhu, fizik vücudu, nefsi, irademizi Allah’a teslim etmemizi emreder. Bütün bu teslimleri
yapabilmek için mutlak surette zikrin yapmamız lâzımdır.
Şimdi Allahû Tealâ Hucurât Suresinin 15. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
49 / HUCURÂT - 15: İnnemel mû’minûnellezîne âmenû billâhi ve resûlihî summe lem yertâbû ve câhedû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâh(sebîlillâhi), ulâike
humus sâdikûn(sâdikûne).
Mü'minler ancak onlardır ki, Allah'a ve O'nun Resûlü'ne îmân ettiler. Sonra da şüpheye düşmediler. Ve malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, onlar sadıklardır. Âyet-i
kerimede buyrulduğu gibi, Allah yolunda, bir malla cihad vardır. Malla cihad için zekâtınızı vermeniz lâzım, fitrenizi vermeniz lâzım, İkinci cihad, kişinin kendi nefsi ile yaptığı cihadtır. Nefs ile cihat, zikir yardımıyla
yapılır. Hadîs-i şerifte bu cihadın, yani “kişinin zikirle nefsine karşı yaptığı bu cihadın, zahirde düşmanları öldürmekten ve Allah yolunda altın ve gümüş sarfetmekten daha efdal” olduğu anlatılmaktadır.
Nefs teslimi, nefs tezkiyesi ve tasfiyesi zikirsiz asla gerçekleşemez. Bu sebeple zikir en büyük ibadettir.
Abdülhalik Gücdevani Hazretlerine birisi gelmiş demiş ki: “Senin dünyada
çalışman da ibadettir”, o da: “Hayır, ancak zikirle yapılabilen dünya çalışması ibadettir.” demiş. Zikir yapılmadığı sürece yapılan dünya çalışması ibadet değildir. İşte bütün mesele bunun farkına varmak onu idrak edebilmektir.
Onu idrak ettiğimiz an gerçekten asıl hedefimize ulaşırız.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in en yakınlarından, Hz. Ebû Bekir’e hafi zikri, Hz. Ali’ye cehri zikri öğretmiştir. Bugünkü tarikatlar
da bu her iki silsileyi takip ederek hafi ve cehri zikri yapmaktadırlar.
Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesine baktığımızda şöyle buyruluyor:
39
/ ZUMER - 18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar.
İşte onlar, Allah'ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl'elbabtır (daimî zikrin sahipleri). 14 asır evvel, birbirlerine can düşmanı olan o Arap bedevilerden, birbirleri için kendini feda edecek bir
Asrı Saadet toplumu, nefs tezkiyesi ve tasfiyesi ile oluşmuştur. Cahiliye devrinde birbirinin can düşmanı olan bedeviler daimî zikirle ulûl’elbab olmuş ve can dostu olmuşlardır.Allah razı olsun.
Muhterem okuyucular, bir yazımızda daha sizlerle birlikte olduğumuz için Yüce Rabbimize sonsuz hamdeder şükrederiz. Konumuz: Af ve mağfiret.
Allah nasıl affeder, nasıl mağfiret eder, af ve
mağfiret genel anlamda nedir? Halk arasında değişik değişik inanışlar vardır; Allah şu durumda affeder, bu durumda affetmez. Şu kadar affeder, şunları affetmez.
Kur’ân’a göre af, Allahû Tealâ’nın kişinin
günahlarını örtmesi demektir. Mağfiret ise o günahların sevaba çevrilmesi anlamına gelir. İnsanla Allah arasındaki ilişkilerde Allahû Tealâ’nın dizayn ettiği 28 basamaklık bir İslâm merdiveni vardır. Bu 28 basamaklık merdiveninin
26. basamağında Tövbe-i Nasuh gerçekleşir.
Tövbe-i Nasuh ile tövbe eden kişi için hem günahların örtülmesi (af edilmesi), hem de aynı günahların mağfiret (sevaba çevrilmesi) edilmesi söz konusudur.
Allahû Tealâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:66 / TAHRÎM - 8: Yâ eyyuhellezîne âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ(nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihel
enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meah(meahu), nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).
Ey âmenû olanlar (Allah'a ulaşmayı dileyenler)! Allah'a Nasuh Tövbesi ile tövbe edin! Umulur ki Rabbiniz, sizin günahlarınızı örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere koyar. O gün Allah, nebîleri
ve O'nunla beraber olanları mahzun etmez. Onların nurları, önlerinde ve sağlarında koşar. “Rabbimiz, bizim nurumuzu tamamla ve bize mağfiret et (günahlarımızı sevaba çevir). Muhakkak ki Sen, herşeye kaadirsin.” derler. Öyleyse
mağfiret ve af, serbest irade sahibi insanın ve cinlerin işlediği günahların akabinde onların örtülmesi ve de sevaba çevrilmesi istikametinde Allah’tan olan talebidir.
Af eden de Allah’tır, mağfiret eden
de Allah’tır. Allah’ın El Gaffar esması var, El Gafur esması var ve El Afüvv esması vardır. Ama Allahû Tealâ kulun günahlarını af ederken de kulun günahlarını sevaba çevirip mağfiret ederken de elbette her şeyi sebep ve
sonuç tahtında vücuda getirir. O zaman evvel emirde af ve mağfiret makamı Allah’tır. Ama Allahû Tealâ bu istikamette kullarının bu talebini gerçekleştirmesi için resûllerini vazifeli kılmıştır.
İnsanla Allah
arasındaki ilişkilerde Allah’ın en üst makama tayin ettiği kişiler, Allah’ın peygamberleridir. Onların olmadığı dönemlerde de bu vazifeyi yapacak olan Allah’ın velî resûlleri vardır.
Bütün nebîler
kendi kavimlerini af ve mağfirete davet etmişlerdir. Allahû Tealâ şöyle buyurmaktadır:
41 / FUSSİLET - 6: Kul innemâ ene beşerun mislukum yûhâ ileyye ennemâ ilâhukum ilâhun vâhidun festekîmû ileyhi vestagfirûh(vestagfirûhu), ve veylun lil muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Ben sadece sizin gibi bir insanım. Bana sizin ilâhınızın, tek bir ilâh olduğu vahyediliyor. Öyleyse O'na yönelin (O'na doğru istikamet alın) ve O'ndan mağfiret dileyin. Ve müşriklerin vay haline!” Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in dönemine baktığımızda, o dönemde ki, insanların mağfiret edilmesi için Peygamber Efendimiz (S.A.V) mutlaka gerekliydi ve Allahû Tealâ bunu Kur’ân-ı Kerim’de kesinlikle ifade etmektedir.4 / NİSÂ - 64: Ve
mâ erselnâ min resûlin illâ li yutâa bi iznillâh(iznillâhi). Ve lev ennehum iz zalemû enfusehum câûke festagferûllâhe vestagfera lehumur resûlu le vecedûllâhe tevvâben rahîmâ(rahîmen).
Ve Biz, (hiç) bir resûlü, Allah'ın izniyle kendilerine itaat edilmesinden başka birşey için göndermedik. Ve onlar nefslerine zulmettikleri zaman, eğer sana gelselerdi, böylece Allah'tan mağfiret dileselerdi
ve Resûl de onlar için mağfiret dileseydi, mutlaka Allah'ı, (iki tarafın da) tövbelerini (onların tövbesini ve Resûl'ün mağfiret talebini) kabul eden ve rahmet edici olarak bulurlardı. Burada işaret edildiği gibi günahkârlar
günahlarının mağfiret edilmesi istikametinde resûle müracaat eder de Allah’tan mağfiret dilerlerse, resûl de onlar için mağfiret talep ederse, Allah onların tövbelerini kabul eder. Allah’ın irşad makamına tayin ettiği velî
mürşidin önünde tövbe etmeden mağfiretin gerçekleşmesi mümkün değildir. Sahâbe döneminde Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, bu vazifeyi yerine getirmiştir. Günümüz insanları diyorlar ki: “Keşke biz onun döneminde yaşasaydık.”
Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’inde buyuruyor ki:
17 / İSRÂ - 15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsih(nefsihî), ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne
hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).
Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır.
Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık. Öyleyse her halükârda tüm günahkârlara Allahû Tealâ mağfireti istikametinde resûller
göndermektedir.
Allah’ın resûlleri kesintisiz olarak her devirde her kavime kendi lisanları ile gönderilirler. 14 / İBRÂHÎM - 4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu
men yeşâu ve yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın)
diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah'a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah'a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz'dir, Hikmet Sahibi'dir. Allahû Tealâ’nın resûl göndermekten
muradı kişinin nefsine uyarak işlediği günahların, mürşidin önünde tövbe etmek sureti ile sevaba çevrilmesidir. Allah’ın risaletle vazifeli kıldığı velî resûllerin hepsi kendi kavimlerini mağfirete davet etmişler ve demişlerdir
ki, “Gelin Allah’ın sizin için dilediği mağfireti gerçekleştirin ki, işlediğiniz günahı Allahû Tealâ sevaba çevirsin. Bırakın o günahlarla azap etmeyi; o günahların sevaba çevrilmesi ile Allah’ın mükâfatına ulaşın.” Dîn
zaten müjdelerden ibarettir. Allah’ın insanla Allah arasındaki ilişkilerde sadece mükâfat vardır. Mücazat (ceza) sadece af ve mağfireti Allah’tan talep etmeyenler içindir.
Allahû Tealâ elbette Kur’ân’da
her noktayı hiçbir kesimini açık bırakmamak üzere âyetlerle açıklamıştır. Evvel emirde insanların affı mağfirete mazhar olabilmeleri resûle ulaşmalarına bağlıdır. Ama iblis insanları resûle ulaştırmamak için bu kavramı
paralize etmiş, aslî mânâsından saptırmıştır.
Şeytan der ki: “Siz Allah’tan affı mağfireti dileyin. Allah sonsuz affın ve mağfiretin sahibidir. Ne gerek var gidip bir kişinin önünde tövbe edeceksiniz.
Öyle şey olmaz.” İşte böylece insanları Allah’ın affına güvendirerek Allah’la aldatmak sureti ile onları bu hakikatten mahrum kılar.
İblis bu zannı ile kimi kandırabilirse o kişi Allah’a ulaşmayı dilemeyecektir.
Kişi dilemediği takdirde Allah onu asla mürşidine ulaştırmaz. Mürşidine ulaşmadığına göre de onun için af ve mağfiret asla söz konusu olamaz.
Bütün sahâbe Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in önünde gidip tövbe etmek suretiyle tabiiyetlerini de gerçekleştirmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ bunu zikretmiş ve Kur’ân’da bize örnek gösterilen sahâbenin
hepsi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmuşlardır. Hem Fetih suresinin 10. âyet-i kerimesi hem de Mumtehine Suresinin 12. âyet-i kerimesi bu muhtevayı net olarak açıklamaktadır.
48 / FETİH - 10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih(nefsihî), ve
men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah'a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah'ın eli vardır.
Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah'a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah'a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini,
misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
60 / MUMTEHİNE -
12: Yâ eyyuhen nebiyyu izâ câekel mu'minâtu yubâyi'neke alâ en lâ yuşrikne billâhi şey'en ve lâ yesrikne ve lâ yeznîne ve lâ yaktulne evlâdehunne ve lâ ye'tîne bi buhtânin yefterînehu beyne eydîhinne ve erculihinne ve lâ
ya'sîneke fî ma'rûfin fe bâyı'hunne vestagfirlehunnallâh(vestagfirlehunnallâhe) innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Ey nebî (peygamber)! Mü'min kadınlar; Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık
yapmamak, zinada bulunmamak, evlâtlarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurmamak, maruf bir iş konusunda sana asi olmamak üzere, sana tâbî olmak için geldikleri zaman, artık onların biatlerini kabul
et ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah; Gafur'dur (mağfiret edendir, günahları sevaba çevirendir), Rahîm'dir (Rahîm esması ile tecelli edendir). Tövbe ve tâbiiyette Allah’ın irşadla vazifeli kıldığı
kişinin elinden tutmak, onun elinin üstte, diğerinin altta olmak kaydıyla bir bağlılığın gerçekleşmesi söz konusudur. 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e hem sahâbi hanımlar, hem de sahâbi erkekler, bu iki âyet-i
kerimede belirtildiği gibi tâbî olmuşlardır. Tâbiiyet sırasında da Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V), onlar için Allah’tan mağfiret talep etmiştir.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in
onların günahlarının mağfiretini talep etmesi ve tövbe eden kişinin Allah’tan talebi yan yana gelince, kisinin günahları sevaba çevrilir. Bu mağfirettir. Burada mağfiret talebinde bulunan kişi, her zaman devrin imamıdır.
Devrin imamının o kişi için mağfiret talebi gerçekleşir. İkisinin talebinin kabul edilmesi, günahların sevaba çevrilmesi mânâsına gelmektedir.
Şefaate memur ve mezun olan her devirde devrin imamıdır. Bu devrin imamı Nebîler sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) gibi ya bir nebîdir, peygamberdir; ya da bir velîdir. O mirası devralan kişidir.(Devamı
bir sonraki yazıda)
Allahû Tealâ her şeyi zıttı ile kaim kılarak çift yaratmıştır muhterem okuyucular! Allah’ın halife olarak yarattığı insana secde emrine âsi olan iblis, Allah’tan kıyâmete kadar hayat hakkı istemiştir. İblis Allah’a
isyan ettiği günden beri, her devirde yaşayan insanlara devamlı günah işlettirmiştir, kıyâmete kadar da bunu gerçekleştirecektir. O ister ki, insanlar işledikleri günahlarla hem bu dünyada mutsuz ve huzursuz bir hayat yaşasınlar,
hem de ölüm sonrası hayatta cehenneme gitsinler. Ama Allah’ın en sevdiği varlığı olan insanı iblisin elinde oyuncak olsun diye yaratması söz konusu değildir.Allah insanları iblisten korunmak konusunda tüm imkânlarının sahibi
kılmıştır. Nasıl ki iblis her devirde her yerde varsa, her devirde ve her yerde devrin imamı da vardır. Devrin imamı rahmeti Rahmân’a kavuştuğu zaman Allahû Tealâ onun yerine yenisini tayin eder. İblis ise böyle bir şey
yok. Allah iblisin talebini kabul etmiş ve ona kıyâmete kadar hayat hakkı vermiştir. Ama iblisin insanlara işlettirdiği günahların sevaba çevrilmesi istikametinde kesinlikle her devirde devrin imamı vardır. Bu devrin imamı
nebîlerin yaşadığı dönemlerde bir nebîdir, onların olmadığı dönemlerde ise onun mirasını devralan bir velî resûldür.
Allahû Tealâ Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesinde bu velî imamlardan bahsetmektedir.
32 / SECDE - 24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar
kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için. Velî imamların tayininde Allahû Tealâ iki vasıf bildirmiştir:
1. Âyetlere yakin sahibi olmaları,
2. Sabrın sahibi olmaları.
İşte bu iki vasıf sebebiyle Allahû Tealâ onları hidayete ulaştırıcı imamlar tayin etmiştir. Kim tövbe ederse, devrin imamının ruhunu Allah o kişinin başının üzerine gönderir. Ve devrin imamı onlar için
mağfiret talebinde bulunur.
40 / MU'MİN
- 7: Ellezîne yahmilûnel arşa ve men havlehu yusebbihûne bi hamdi rabbihim ve yu’minûne bihî ve yestagfirûne lillezîne âmenû, rabbenâ vesi’te kulle şey’in rahmeten ve ilmen fagfir lillezîne tâbû vettebeû sebîleke vekıhim
azâbel cahîm(cahîmi).
Arşı tutan melekler ve onun etrafındaki kişi (devrin imamı), Rab'lerini hamd ile tesbih ederler ve O'na îmân ederler. Ve âmenû olanlar için (Allah'tan) mağfiret dilerler: "Rabbimiz,
Sen herşeyi rahmetle (rahmetinle) ve ilimle (ilminle) kuşattın. Böylece (mürşidin önünde) tövbe edenleri ve senin yoluna (Sıratı Mustakîm'e) tâbî olanları mağfiret et (günahlarını sevaba çevir). Onları cehennem azabından
koru!” Âyet-i kerimede mağfiretin nasıl gerçekleştiği açık ve net olarak ifade edilmektedir. Arşı tutan melekler ve devri imamı saf saf dururlar. Daha doğrusu Allah’ı tespih ederler, ona îmân ederler ve âmenû olanlar
için mağfiret dilerler. Dikkat edin; burası çok önemli; âmenû olan; yani Allah’a ulaşmayı dileyenler için mağfiret talep ederler.Neden Allah’a ulaşmayı dilemeyenler için demiyoruz? Çünkü dilemeyen bir kişi gelip tövbe etse,
o kişinin tövbesi Allah katında asla bir değer ifade etmez. Onun için mağfiret gerçekleşmez. Mağfiretin gerçekleşebilmesi için mutlak suretle o kişinin gizli şirkten beri olması lâzımdır.Âyet-i kerime şöyle bitmektedir.
“Vekıhim azâbel cahîm;” ve onları cehennem azabından koru. Şimdi “Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık” âyet-i ile bu âyeti birleştirdiğimiz zaman net bir tablo çıkmaktadır. Resûl insanları işlediği günahlardan
dolayı azaplanmaması için Allah tarafından gönderilen kişidir. Yani koruyucudur. Nasıl iblis insanları kendisi ile cehenneme götürmek için bir gayretin içinde ise Allah’ın Resûlü de iblisin insanlara işlettirdiği günahların
sevaba çevrilmesi için bir gayretin içerisindedir.Bir yanda negatif kutbun temsilcisi iblis var, diğer yanda da pozitif kutbun; Allah’ın temsilcisi olan Allah’ın Resûlü var. Şeytana, Allahû Tealâ ezelde kıyâmete kadar hayat
hakkı vermiştir. O zaman her devirde o işlenen günahların mağfireti istikametinde Allah’ın bir resûl göndermemesi mümkün değildir. Sadece insanlar bu hakikati Kur’ân-ı Kerim’den öğrenmedikleri için bilmedikleri şeye hep
karşı çıkmışlardır. Tâbii karşı çıkınca o ihtiyaçtan beri olmamakta, insanların ihtiyacı devam etmektedir. Bizler beşeriz şaşarız. Günahkâr kullarız. Günahkâr kullar olmamız hasebi ile bizim ihtiyacımız olan bu günahların
mağfireti istikametinde Allah’ın Resûlü daima vardır.Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki, Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e her sualin cevabına muhtevî olan Kur’ân-ı Kerim’i göndermiştir. Kişinin o
günahlarının mağfireti istikametindeki devrin imamına ulaşabilmesi, mutlaka Allah’a ulaşmayı dilemesine bağlıdır.Allah’a ulaşmayı kalben dileyen herkes Allahû Tealâ tarafından mutlaka mürşide ulaştırılır. Kişi mürşidin
önünde tövbe ettiği zaman Allahû Tealâ ona 7 tane ni’met verir.
1.ni’met; Devrin imamının ruhu o kişinin başının üzerine gelip yerleşir.
2. ni’met; Ruhu Sırat-ı Mustakîm’e çıkar
3. ni’met; Allah onların kalplerine îmânı yazar.
4. ni’met; kişi nefs tezkiyesine başlar.
5. ni’met; o güne kadar işledikleri günahları mağfiret eder (sevaba çevirir).
6. ni’met; Nefs tezkiyesi ile birlikte irademiz güçlenir.
İrade, nefsin afetlerine karşı koyan güçtür. Nefsin afetleri karanlıklarla temsil edilir. Nefsimizin manevî kalbi karanlıklarla doludur ama biz eğer ıslahı nefse başlarsak bu sefer o karanlıkların yerini
Allah’ın nurları rahmet ve fazlı alır. Orası aydınlandıkça karşı güç azalacaktır. Çünkü karanlıkları temsil eden negatif, nurları temsil eden pozitif güçtür. Başlangıçta nefsimizin kalbi %100 karanlıkken nefs tezkiyesine
başladığımız zaman, nefs %9 oranında nurlanır. Bu noktada kişi Nefs-i Emmare kademesindedir. Bunun mânâsı, karşı güç %9 oranında azaldı demektir. Bu da iradenin %9 oranında güçlenmesibi ifade eder. Eskiden irade %100 karanlıkla
mücâdele ederken, nefs % 9 aydınlandığı için artık %91 oranındaki karanlıkla mücâdele edecektir.7. ni’met; İrade güçlendiği içinde doğal olarak ta fizik vücut da güçlenir. Fizik vücudun güçlenmesi demek, kişinin Allah’ın
bütün emirlerine itaat etmesi, yasak ettiği fiilleri işlememesidir.Evvelden nefsimizin manevî kalbinde %100 karanlık vardı. %100 karanlık varken şeytan nefse tesir etmek sureti ile fizik bedeni %100 negatif istikamette
kullanabiliyordu. Dolayısıyla vücut en zayıf durumdaydı. Ama ne zaman nefsin manevî kalbindeki nurlanma artarsa, fizik vücudun kumandanı akla negatif talepler ulaşmayacaktır. Aksine pozitif talepler ulaşacaktır. Akla pozitif
talepler ulaşınca kalpteki nur oranına bağlı olarak fizik vücut güçlenir. Yani fizik vücut Allah’ın emirlerine daha üst seviyede itaat eder, Allah’ın yasak ettiği fiilleri daha fazla işlememeye çalışır.Mürşid aslında Allah’ın
yardımını müride, ulaştıran, yansıtıcı bir aynadır. Allahû Tealâ diyor ki: “Ben sizin dostunuzsam yarattığım bütün mahlûkat düşman olsa, Ben kâfiyim. Ben size düşmansam bütün mahlûkat size dost olsun, Ben yine kâfiyim.”
Bir insan her noktada başarılı olmak istiyorsa bu başarının ardında Allahû Tealâ’nın bizim için tayin ettiği mürşid vardır.
Osmanlı toplumu esnaf sınıfı “Âhilik” teşkilatı ile bir kurum haline gelmişlerdi ve hep ona bağlılardı. Ahi Evran teşkilatı ile tasavvufu yaşıyorlardı. Çırak-kalfa-usta ilişkisi vardı. Çırak, kalben Allah’a
ulaşmayı dileyen, gidip mürşidin önünde tövbe eden kişidir. Kalfa, ermiş evliya olduktan sonra Allah adına iş gören kişi, usta ise Allahû Tealâ’nın irşadla vazifeli kıldığı kişi idi.
Osmanlı’da toplum
Âhi evran teşkilatı ile tasavvufu yaşıyorlardı; yani Kur’ân’ı yaşıyorlardı; yani dîni yaşıyorlardı.
Saray erkânına baktığımız zaman onlar da Mevlevi idi; Mevlâna Celâlettin Rûmi ile en üst noktada
tasavvufu yaşıyorlardı. Ve askeriye sınıfı da Hacı Bektaşî Velî tarikatına bağlıydı. Osmanlı’yı Osmanlı yapan olay, A’dan Z’ye kadar tasavvuftu. Tasavvuf = Kur’ân-ı Kerim olduğuna göre Osmanlı’yı Osmanlı yapan Kur’ân’ın
bütünüyle yaşanmasıydı.Allah’a asla sevgisiz yaklaşılmaz. Sevgisiz bir dîn yaşanması mümkün değildir, dînin kendisi sevgidir. Gerçekten de ruhumuzun bir hasleti sevgidir. Sevgiyi terazinin bir kefesine, 18 tane hasleti
diğer kefeye koysanız, sevgi yine ağır basar.Dînin olmazsa olmaz faktörü sevgidir. Sevgi yoksa hiç kimse için dîni yaşayabilmek mümkün değildir. Ama bu sevginin en başında elbette Allah sevgisi gelir. Allahû Tealâ buyuruyor
ki:
3 / ÂLİ İMRÂN - 31: Kul in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir lekum zunûbekum, vallâhu gafûrun rahîm(rahîmun).
De
ki: “Eğer siz Allah'ı seviyorsanız, o taktirde bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin ve sizin günahlarınızı mağfiret etsin (sevaba çevirsin). Ve Allah "Gafur"dur, "Rahîm"dir.” Allah’ı sevmeyen bir kişi gelir de
tövbe ederse onun için mağfiret gerçekleşir mi?
Hayır, kesinlikle gerçekleşmez. Kalplere nazar eden, daima kalpleri denetleyen Allah’tır. Allah’ta kalbî talebe bağlı olarak mağfireti gerçekleştirir veya
gerçekleştirmez. Kişi gelip mürşidin önünde “Hadi herkes böyle yapıyor ben de yapayım” diye tövbe ederse, o tövbenin Allah katında pozitif değeri, geçerliliği yoktur. Kaldı ki Allahû Tealâ kimseye haksızlık yapmaz. Allah’ın
bir ismi El Hakk’tır. Bir ismi El Adl’dır. Hak sahibi olması hasebi ile Allah hakkı hak sahibine teslim edendir. Ferdî bazda kullar ne yaparlarsa yapsınlar, mutlaka karşılığını Allah’tan alırlar. Allahû Tealâ hem pozitif
istikamette, hem negatif istikamette kanunlarını vaaz etmiştir.
40 / MU'MİN -
40: Men amile seyyieten fe lâ yuczâ illâ mislehâ, ve men amile sâlihan min zekerin ev unsâ ve huve mu'minun fe ulâike yedhulûnel cennete yurzekûne fîhâ bi gayri hisâb(hisâbin).
Kim seyyiat (şerr, derecat
düşürücü ameller) işlerse mislinden daha fazla cezalandırılmaz. Kadınlardan veya erkeklerden kim amilüssalihat (nefsi ıslâh edici ameller, nefs tezkiyesi) yaparsa işte onlar, (îmânı artan) mü'minlerdir. Onlar, cennete konulacak
ve hesapsız rızıklandırılacaktır. Kim de bir hasenat bir hayır işlerse, Allahû Tealâ hayrı teşvik eder ve ona on katını verir. Onu 100’le destekler, 200, 300, 400, 500, 600, 700’e kadar arttırır.
2 / BAKARA - 261: Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbeh(habbetin), vallâhu yudâifu li men
yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir tek tohumun durumu gibidir. Allah,
dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat artırıp verir. Ve Allah Vâsi'dir, Alîm'dir. O halde görüyoruz ki Allah hayrı daima destekler. İşte fizik vücudun güçlenmesinin arkasında bu sebep vardır. Ama seyyiat 1’e 1dir.
Cezanın artımı söz konusu değildir. Allah kanunlarını kulların lehine dizayn etmiştir. Ceza artırımında bulunmaz ama mükâfat artırımında bulunur. Allah her şeye kaadirdir.(Devamı bir sonraki yazıda)
Muhterem okuyucular!
Rabia Sultan, halk arasında en çok tanınan velîlerden bir tanesidir. Rabia Sultan’a sormuşlar, demişler ki; “Ya Rabia! Senin cemazül evvelini biliriz. Gençliğinde nasıl günahkâr birisiydin. İnsanları eğlendirmekte
devamlı rakkasiyelik yapıyordun. Bugün bakıyoruz ki, rüyalarımızda Allahû Tealâ seni bize gösteriyor. Üst seviyede bir makamın sahibisin. Allah’ın bir sevgili dostusun. Bunu nasıl açıklıyorsun?” Rabia Sultanın cevabı çok
mânidar; “Benim senedim seyyiatimdir.”
İnsanların seyyiatları insanları Allah katında derecesini arttırır mı?
Allahû Tealâ bu konuda bakın ne buyuruyor?
25 / FURKÂN - 70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim
hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü'min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde
işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur'dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm'dir (rahmet nuru gönderendir). İşte bu seyyiatların hasenata çevrilmesi mağfirettir.
Rabia Sultan; “Benim seyyiatım senedimdir.” sözüyle, “O bahsettiğiniz günahlar var ya, ben gittim İbrâhîm Ethem Hazretlerine; Allah dostunun önünde tövbe ettim. Allahû Tealâ o işlediğim bütün günahları sevaba çevirdi. Ben
bu sebeple sizin önünüzdeyim.” demiş olmaktadır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.lerinin bu konuda bir tespitine dikkat çekmek istiyorum; mağfiretin gerçekleşmesi meyanında diyor ki:
“Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki,
gayreyler.
Arif onu seyreyler, Mevla görelim neyler,
Ne eylerse güzel
eyler.”
Bakın ne kadar güzel bir tespit. Hak şerleri hayreyler; şerlerin hayra tebdili mağfirettir. Bunu kim yapıyor? Allah yapıyor. Zannetme ki gayreyler; sakın bunun dışında bir yoruma girmeyin. Kesin bu tespittir;
Allah’ın vaadidir.
Ârif onu seyreyler; yani günahları ne zaman sevaba çevirdiğini Allah ona gösterir. Ârif kimdir? Ârif Allah’ın dostu, Allah’ın velîsi, Allah’ın mürşididir. “Görelim Mevlâ neyler?
Neylerse güzel eyler.” Allah’ın dizaynı bu şekilde olup velîlerin burada çok üst seviyede fonksiyonu vardır.Gerçekten kişinin derecatı arttırılıyor mu?
Evet. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
40 / MU'MİN - 15: Refîud derecâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzire
yevmet telâk(telâkı).
Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah'a ulaşmayı dilediği için Allah'ın da Kendisine ulaştırmayı dilediği
kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah'a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah'ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır. Şimdi başlangıç noktasında
kişi devamlı nefsinin tesirinde günah işlemiş diyelim ki bir milyon günahı var, ama tövbe ettiği zaman anında Allahû Tealâ onun günahlarını sevaba çevirir. Böylece o kişin sıfır günahın, 1 milyon 10 sevabın sahibi olur.
Osmanlı bu sebeple kendi aralarında tövbe ettikleri zaman “Artık ölürsek gam yemeyiz.” derlerdi. Yani eğer o tövbe ile birlikte ölen bir insan ne olur sıfır günahla ve o güne kadar işledikleri tüm amellerin
karşılığında sevapla Allah’ın huzuruna gider. Bu o kadar önemli bir olaydır ki, aslında bugün dîni yaşamakta olan herkesin bunu gerçekleştirmesi lâzımdır. İnsanı Allah katında kıymetli kılan bu tövbedir. Onun için Hz. Muhammed
Mustafa (S.A.V) Efendimiz: “Herkes hata yapabilir ama hata yapanların en hayırlısı tövbe edenlerdir.” buyurmaktadır.
Allah katında en kıymetli insanlar o hataları işleyen ama akabinde o hatalarından
dolayı Allah’tan mağfiret talebinde bulunan insanlardır. Kişi mağfirete müracaat edip Allah’ın kendisi için tayin ettiği mürşidin önünde tövbe etmediği takdirde mağfiret olayı gerçekleşmez. Mağfiret olayı gerçekleşmediği
için de günahların sevaba çevrilmesi, günahın örtülmesi mümkün olmaz. Onlar olmayınca kişinin işlediği amel ne olursa olsun, hiçbir zaman onu cennetlik yapmaz. Allahû Tealâ, yine kulun lehine kanununu dizayn etmekte, yani
adeta insanların kulaklarından tutar gibi “Gel Ben senin günahlarını sevaba çevirmek istiyorum. Eğer tövbe etmezsen o işlediğin pozitif ameller boşa gidiyor.” demektedir.
İşte konunun burası karışmış muhterem
okuyucular! Tövbe, her an tövbeye dönmüş insanlarımız her an tövbe ediyorlar, tövbe ediyorlar, tövbe ediyorlar ve Allahû Tealâ’nın kendilerini mağfiret ettiklerini de düşünüyorlar. Evet bu tövbenin kesin kabul edileceğine
dair Kur’ân da bir işaret yok. Eğer Allahû Tealâ kişinin tövbesini kabul ederse onun münferit günahını afeder.
42
/ ŞÛRÂ - 25: Ve huvellezî yakbelut tevbete an ibâdihî ve ya’fû anis seyyiâti ve ya’lemu mâ tef’alûn(tef’alûne).
Ve O, kullarının tövbelerini kabul eden ve seyyielerini (günahlarını) affedendir. Ve yaptığınız şeyleri bilir. Eğer Allahu Teala kulun işlediği gunahı afetmese ona musibet şeklinde yaniyacaktır.
42 / ŞÛRÂ -
30: Ve mâ esâbekum min musîbetin fe bi mâ kesebet eydîkum ve ya’fû an kesîr(kesîrin).
Size bir musîbet isabet ettiği zaman işte o, ellerinizin kazandığı (yaptıklarınız) sebebiyledir. (Musîbetlerin) çoğunu affeder (gerçekleştirmez). Şeytan kişinin kendi kendine yaptığı tövbeyle afı mağfiretin
gerçeklşeceğini zaneder. Bu zanda şeytan devrededir.
Allahû Tealâ buyuruyor ki:
35 / FÂTIR -
5: Yâ eyyuhen nâsu inne va’dallâhi hakkun fe lâ tegurrennekumul hayâtud dunyâ, ve lâ yegurrennekum billâhil garûr(garûru).
Ey insanlar! Muhakkak ki Allah'ın vaadi haktır. Öyleyse dünya hayatı sizi sakın aldatmasın.
Aldatıcılar da sizi Allah ile (affına güvendirerek) aldatmasınlar. Buradaki hitap insanlaradır. Dünya hayatının aldattıkları kişiler, onlar dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdir. Allahû Tealâ Yûnus Suresinde
buyuruyor ki:
10 / YÛNUS - 7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı
(hayatta iken ruhlarını Allah'a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır. 10 / YÛNUS - 8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû
yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir). Dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes, dünya hayatı tarafından aldatılanlardır. Öyleyse her halükârda
bu âyet-i kerimeye göre insanların Allah’a ulaşmayı dilemesi lâzımdır. Allah’a ulaşmayı dileyen ve takva sahibi olan kişi için Allahû Tealâ Enfâl Suresinin 29 âyetinde takva sahibi olmalarından dolayı, anında o dileğin
sahibi olan kişiyi cennetine alır. Bunu nasıl yapar? Kişinin günahlarını hemen örter. İşte konumuzla ilgili olan kısım af. Allah kişinin günahlarını af eder ve ona furkanları verir ki, ayetlere yakîn sahibi olsun. Akabinde
de kişi mürşidine ulaşır, önünde tövbe eder ve böylece günahları mağfiret eder, yani sevaba çevirir.
8 / ENFÂL - 29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar! Allah'a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah,
büyük fazl sahibidir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sahâbe üzerindeki ve ümmeti üzerindeki af ve mağfiret tabiri nasıl gerçekleşir?
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz asaleten devrin imamıdır.
Bu sebeple her şeyden evvel şefaat makamıdır. Kendi yaşadığı dönemde de evvelce cahiliyye dönemini yaşayan sahâbeyi Allah’a davet etmiştir.
10 / YÛNUS - 25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).
Ve Allah, teslim (selâm) yurduna
davet eder ve (teslim yurduna, Zat'ına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır. Bütün sahâbe Allahû Tealâ’nın kalplerine koymuş olduğu Resûl sevgisiyle gidip Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmuşlar,
tövbe etmişler. Allahû Tealâ onların tövbesini kabul etmiş ve bütün günahlarını sevaba çevirmiştir.
Tövbe kesintisiz olarak Âdem (A.S)’ın zürriyeti içerisinde devam etmektedir. Kendisinden sonra bu
affı mağfiret makamı kiminle gerçekleşmiştir? Her zaman devrin imamıyla. Yani Hz. Ebû Bekir’le, Hz. Ömer’le, Hz. Osman’la Hz. Ali ile ve günümüze Allahû Tealâ’nın her devirde vazifeli kıldığı velî mürşidlerle; devrin imamlarıyla
gerçekleşir.
Nitekim 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e sahâbe soruyor: “Biz dînimizi senden öğrendik ama Sen son Nebîsin Senden sonra nebî gelmeyecek. Bizden sonra gelen insanlar dîni kimden öğrenecek Ya Resûlullah?
Peygamber Efendimiz (S.A.V) cevabı şöyledir. “Benden sonra nebî gelmeyecek ama âlimler, halifeler( imamlar) gelecek. Onlara tâbî olan bana tâbî olmuştur. Kim zamanın imamına ârif olmazsa o cahiliyye standartlarıyla ölür.”
Resûlullah,şefaat makamının hayatta olan devrin imamlarıyla devam edeceğine işaret buyurmaktadır.
“Size ruh verenler gelecek, onları arayın bulun ve onlara tâbî olun.” hadîs-i şerifi de bu minval üzere söylenmiştir.
O halde kişinin mürşide tâbiiyetiyle birlikte mağfiret mutlak surette gerçekleşir.
Öbür tarafta da “Benim sahâbem gökteki yıldızlar gibidir.” derken de hangisine tâbî olursanız hidayete erersiniz. Resûlullah,
velî mürşidleri işaret etmektedir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in dönemini özetlemek gerekirse, kendisi vardı ve onun yetiştirdiği mürşidler vardı. Bugün o günün izdüşümüdür. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in
izdüşümü vekâleten devrin imamıdır. Sahâbenin izdüşümü bugün Allahû Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı velî mürşidlerdir.
Yani o gün nasıl varsa bugün de Allah’ın velîleri vardır. Ama bugün iblis
bir sıfır galip durumdadır. Çünkü gerçekten korkunç bir tuzakla başarıya ulaşmıştır. Bir insanın velî mürşidine; devrin imamına ulaşabilmesi o kişinin kalben Allah’a ulaşmayı dilemesine bağlıdır. İşte iblis bu kapıyı insanlara
kapatmış. Demiş ki: “Ruh insana hayat verir. Ruh vücuttan çıkınca kişi ölür. Ancak ölümle kişinin ruhu Allah’a ulaşır. Dünya hayatında ruhun Allah’a ulaşması yoktur.” İnsanları böyle kandırmış ve bu istikamette ikna etmiştir.
Şimdi şu anda kime sorarsanız sorun, ruhun sadece ölümle hayatta ulaşacağına inanıyorlar. Ruhun ölümle hayatta ulaşacağına inanıyorsa, bir insanın hayattayken Allah’a ulaşmayı dilemesi mümkün değildir. Allahû Tealâ 7 âyet-i
kerimeye göre dilemeyin hiç kimsenin velî mürşide ulaşmayacağını bildirmektedir; kanunu budur.
3 / ÂLİ İMRÂN - 164: Le kad mennallâhu alel mu’minîne iz bease fîhim
resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Andolsun ki Allah, mü'minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni'met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O'nun (Allah'ın) âyetlerini
tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.
18 / KEHF - 17: Ve tereş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minh(minhu), zâlike min
âyâtillâh(âyâtillâhi), men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
Ve güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman
sol taraftan onların yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah'ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete
ermiştir. Ve kimi dalâlette bırakırsa (kim Allah'a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.
20 / TÂHÂ - 123: Kâlehbitâ minhâ cemîan ba’dukum li ba’dın aduvv(aduvvun), fe immâ ye’tiyennekum minnî huden fe menittebea hudâye fe lâ yadıllu ve lâ yeşkâ.
(Allahû Tealâ şöyle) dedi: “İkiniz oradan (aşağı) inin! Hepiniz (şeytan ve siz), birbirinize düşman olarak. Bundan sonra Benden size mutlaka hidayet gelecek. O zaman kim hidayetime tâbî olursa artık o,
dalâlette kalmaz ve şâkî olmaz.”
28 / KASAS - 50: Fe in lem yestecîbû leke fa’lem ennemâ yettebiûne ehvâehum, ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri
huden minallâh(minallâhi), innallâhe lâ yehdil kavmez zâlimîn(zâlimîne).
Bundan sonra eğer sana icabet etmezlerse (senin hidayete erdirme davetine uymazlarsa), bil ki onlar heveslerine tâbîdirler. Allah'tan
bir hidayetçi olmaksızın (hidayetçiye değil de) kendi heveslerine tâbî olandan daha çok dalâlette kim vardır? Muhakkak ki Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez.
46 /
AHKÂF - 32: Ve men lâ yucib dâiyallâhi fe leyse bi mu’cizin fîl ardı ve leyse lehu min dûnihî evliyâu, ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ve Allah'ın davetçisine icabet etmeyen kimse, yeryüzünde (Allah'ı)
aciz bırakacak değildir. Ve onun Allah'tan başka dostları yoktur. İşte onlar apaçık dalâlet içindedirler.
39 / ZUMER
- 23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men
yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).
Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab'a müteşabih (benzer) olarak
indirdi. Rab'lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah'ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah'ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve
Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.
7 / A'RÂF - 186: Men yudlilillâhu fe lâ hâdiye leh(lehu), ve yezeruhum fî tugyânihim
ya’mehûn(ya’mehûne).
Allah kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için bir hidayetçi (hidayete erdiren) yoktur. Ve onları azgınlıkları (isyanları) içinde şaşkın (bir halde) terkeder (bırakır). Şeytan Allah’a ulaşmayı dilemeyi
kesince aslında mağfiret de gitmiş, af da gitmiş, devrin imamı da bilinmez olmuş. Böylece Allah’a ulaşma dileği olmayınca dîn kapısı da kapanmıştır.
Ruhun Allah’a ulaşması hidayettir. Bu dilek olmayınca hidayet tamamen dîn tatbikatından çıkmış ve artık insanlar dîni yaşadıklarını sadece zannetmektedirler. Dîn kapısı Allah’a ulaşmayı dilemeyenler için
tamamen kapanmış durumdadır. Dîn, kalben değil de şeklen yaşanan bir dîn haline gelmiştir. Yani namazlar kılınmış, oruçlar tutulmuş, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin yaşadığı bir dîn tatbikatı şekle dayalı bir dîn tatbikatı
olmuştur. Çünkü tatbikatta ne mürşid var, ne devrin imamı var, ne mağfiret var. Dolayısıyla günahlar sevaba çevrilmemektedir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde: “Şeriat bir ağaç, dalları
tarikat, yaprağı marifet, meyvesi hakikattir.” buyurmaktadır.
Şimdi ağacın kendi var ama yaprak da yok meyve de yok. Kupkuru bir şey ve şekil şartına dönüşmüş vaziyette. Allahû Tealâ’nın bütün resûlleri,
Allah’ın bütün mürşidleri, Allah’ın bütün sevgili dostları insanları affı mağfirete davet ederler. Kişinin günahlarının af edilmesi, Allah’a ulaşmayı dilemesi lâzımdır. Mağfiret için mutlaka mürşide tâbî olmak gerekmektedir.
Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimsenin günahlarının örtülmesi, af edilmesi söz konusu değildir.
Muhterem okuyucular! Hepinizin Efendimizin himmeti ile hem ahiret, hem dünya saadetine ulaşmanızı Yüce Rabbimizden dileyerek, yazımızı burada tamamlıyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.
Muhterem okuyucular!
Rabia Sultan, halk arasında en çok tanınan velîlerden bir tanesidir. Rabia Sultan’a sormuşlar, demişler ki; “Ya Rabia! Senin cemazül evvelini biliriz. Gençliğinde nasıl günahkâr birisiydin. İnsanları eğlendirmekte
devamlı rakkasiyelik yapıyordun. Bugün bakıyoruz ki, rüyalarımızda Allahû Tealâ seni bize gösteriyor. Üst seviyede bir makamın sahibisin. Allah’ın bir sevgili dostusun. Bunu nasıl açıklıyorsun?” Rabia Sultanın cevabı çok
mânidar; “Benim senedim seyyiatimdir.”
İnsanların seyyiatları insanları Allah katında derecesini arttırır mı?
Allahû Tealâ bu konuda bakın ne buyuruyor?
25 / FURKÂN - 70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim
hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü'min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde
işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur'dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm'dir (rahmet nuru gönderendir). İşte bu seyyiatların hasenata çevrilmesi mağfirettir.
Rabia Sultan; “Benim seyyiatım senedimdir.” sözüyle, “O bahsettiğiniz günahlar var ya, ben gittim İbrâhîm Ethem Hazretlerine; Allah dostunun önünde tövbe ettim. Allahû Tealâ o işlediğim bütün günahları sevaba çevirdi. Ben
bu sebeple sizin önünüzdeyim.” demiş olmaktadır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.lerinin bu konuda bir tespitine dikkat çekmek istiyorum; mağfiretin gerçekleşmesi meyanında diyor ki:
“Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki,
gayreyler.
Arif onu seyreyler, Mevla görelim neyler,
Ne eylerse güzel
eyler.”
Bakın ne kadar güzel bir tespit. Hak şerleri hayreyler; şerlerin hayra tebdili mağfirettir. Bunu kim yapıyor? Allah yapıyor. Zannetme ki gayreyler; sakın bunun dışında bir yoruma girmeyin. Kesin bu tespittir;
Allah’ın vaadidir.
Ârif onu seyreyler; yani günahları ne zaman sevaba çevirdiğini Allah ona gösterir. Ârif kimdir? Ârif Allah’ın dostu, Allah’ın velîsi, Allah’ın mürşididir. “Görelim Mevlâ neyler?
Neylerse güzel eyler.” Allah’ın dizaynı bu şekilde olup velîlerin burada çok üst seviyede fonksiyonu vardır.Gerçekten kişinin derecatı arttırılıyor mu?
Evet. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
40 / MU'MİN - 15: Refîud derecâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzire
yevmet telâk(telâkı).
Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah'a ulaşmayı dilediği için Allah'ın da Kendisine ulaştırmayı dilediği
kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah'a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah'ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır. Şimdi başlangıç noktasında
kişi devamlı nefsinin tesirinde günah işlemiş diyelim ki bir milyon günahı var, ama tövbe ettiği zaman anında Allahû Tealâ onun günahlarını sevaba çevirir. Böylece o kişin sıfır günahın, 1 milyon 10 sevabın sahibi olur.
Osmanlı bu sebeple kendi aralarında tövbe ettikleri zaman “Artık ölürsek gam yemeyiz.” derlerdi. Yani eğer o tövbe ile birlikte ölen bir insan ne olur sıfır günahla ve o güne kadar işledikleri tüm amellerin
karşılığında sevapla Allah’ın huzuruna gider. Bu o kadar önemli bir olaydır ki, aslında bugün dîni yaşamakta olan herkesin bunu gerçekleştirmesi lâzımdır. İnsanı Allah katında kıymetli kılan bu tövbedir. Onun için Hz. Muhammed
Mustafa (S.A.V) Efendimiz: “Herkes hata yapabilir ama hata yapanların en hayırlısı tövbe edenlerdir.” buyurmaktadır.
Allah katında en kıymetli insanlar o hataları işleyen ama akabinde o hatalarından
dolayı Allah’tan mağfiret talebinde bulunan insanlardır. Kişi mağfirete müracaat edip Allah’ın kendisi için tayin ettiği mürşidin önünde tövbe etmediği takdirde mağfiret olayı gerçekleşmez. Mağfiret olayı gerçekleşmediği
için de günahların sevaba çevrilmesi, günahın örtülmesi mümkün olmaz. Onlar olmayınca kişinin işlediği amel ne olursa olsun, hiçbir zaman onu cennetlik yapmaz. Allahû Tealâ, yine kulun lehine kanununu dizayn etmekte, yani
adeta insanların kulaklarından tutar gibi “Gel Ben senin günahlarını sevaba çevirmek istiyorum. Eğer tövbe etmezsen o işlediğin pozitif ameller boşa gidiyor.” demektedir.
İşte konunun burası karışmış muhterem
okuyucular! Tövbe, her an tövbeye dönmüş insanlarımız her an tövbe ediyorlar, tövbe ediyorlar, tövbe ediyorlar ve Allahû Tealâ’nın kendilerini mağfiret ettiklerini de düşünüyorlar. Evet bu tövbenin kesin kabul edileceğine
dair Kur’ân da bir işaret yok. Eğer Allahû Tealâ kişinin tövbesini kabul ederse onun münferit günahını afeder.
42
/ ŞÛRÂ - 25: Ve huvellezî yakbelut tevbete an ibâdihî ve ya’fû anis seyyiâti ve ya’lemu mâ tef’alûn(tef’alûne).
Ve O, kullarının tövbelerini kabul eden ve seyyielerini (günahlarını) affedendir. Ve yaptığınız şeyleri bilir. Eğer Allahu Teala kulun işlediği gunahı afetmese ona musibet şeklinde yaniyacaktır.
42 / ŞÛRÂ -
30: Ve mâ esâbekum min musîbetin fe bi mâ kesebet eydîkum ve ya’fû an kesîr(kesîrin).
Size bir musîbet isabet ettiği zaman işte o, ellerinizin kazandığı (yaptıklarınız) sebebiyledir. (Musîbetlerin) çoğunu affeder (gerçekleştirmez). Şeytan kişinin kendi kendine yaptığı tövbeyle afı mağfiretin
gerçeklşeceğini zaneder. Bu zanda şeytan devrededir.
Allahû Tealâ buyuruyor ki:
35 / FÂTIR -
5: Yâ eyyuhen nâsu inne va’dallâhi hakkun fe lâ tegurrennekumul hayâtud dunyâ, ve lâ yegurrennekum billâhil garûr(garûru).
Ey insanlar! Muhakkak ki Allah'ın vaadi haktır. Öyleyse dünya hayatı sizi sakın aldatmasın.
Aldatıcılar da sizi Allah ile (affına güvendirerek) aldatmasınlar. Buradaki hitap insanlaradır. Dünya hayatının aldattıkları kişiler, onlar dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdir. Allahû Tealâ Yûnus Suresinde
buyuruyor ki:
10 / YÛNUS - 7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı
(hayatta iken ruhlarını Allah'a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10 / YÛNUS - 8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir). Dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes, dünya hayatı tarafından aldatılanlardır. Öyleyse her halükârda
bu âyet-i kerimeye göre insanların Allah’a ulaşmayı dilemesi lâzımdır. Allah’a ulaşmayı dileyen ve takva sahibi olan kişi için Allahû Tealâ Enfâl Suresinin 29 âyetinde takva sahibi olmalarından dolayı, anında o dileğin
sahibi olan kişiyi cennetine alır. Bunu nasıl yapar? Kişinin günahlarını hemen örter. İşte konumuzla ilgili olan kısım af. Allah kişinin günahlarını af eder ve ona furkanları verir ki, ayetlere yakîn sahibi olsun. Akabinde
de kişi mürşidine ulaşır, önünde tövbe eder ve böylece günahları mağfiret eder, yani sevaba çevirir.
8 / ENFÂL - 29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al
lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar! Allah'a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar!
Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sahâbe üzerindeki ve ümmeti üzerindeki af ve mağfiret tabiri
nasıl gerçekleşir?
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz asaleten devrin imamıdır. Bu sebeple her şeyden evvel şefaat makamıdır. Kendi yaşadığı dönemde de evvelce cahiliyye dönemini yaşayan sahâbeyi
Allah’a davet etmiştir.
10 / YÛNUS - 25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).
Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim
yurduna, Zat'ına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır. Bütün sahâbe Allahû Tealâ’nın kalplerine koymuş olduğu Resûl sevgisiyle gidip Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmuşlar, tövbe etmişler.
Allahû Tealâ onların tövbesini kabul etmiş ve bütün günahlarını sevaba çevirmiştir.
Tövbe kesintisiz olarak Âdem (A.S)’ın zürriyeti içerisinde devam etmektedir. Kendisinden sonra bu affı mağfiret makamı
kiminle gerçekleşmiştir? Her zaman devrin imamıyla. Yani Hz. Ebû Bekir’le, Hz. Ömer’le, Hz. Osman’la Hz. Ali ile ve günümüze Allahû Tealâ’nın her devirde vazifeli kıldığı velî mürşidlerle; devrin imamlarıyla gerçekleşir.
Nitekim 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e sahâbe soruyor: “Biz dînimizi senden öğrendik ama Sen son Nebîsin Senden sonra nebî gelmeyecek. Bizden sonra gelen insanlar dîni kimden öğrenecek Ya Resûlullah?
Peygamber Efendimiz (S.A.V) cevabı şöyledir. “Benden sonra nebî gelmeyecek ama âlimler, halifeler( imamlar) gelecek. Onlara tâbî olan bana tâbî olmuştur. Kim zamanın imamına ârif olmazsa o cahiliyye standartlarıyla ölür.”
Resûlullah,şefaat makamının hayatta olan devrin imamlarıyla devam edeceğine işaret buyurmaktadır.
“Size ruh verenler gelecek, onları arayın bulun ve onlara tâbî olun.” hadîs-i şerifi de bu minval üzere söylenmiştir.
O halde kişinin mürşide tâbiiyetiyle birlikte mağfiret mutlak surette gerçekleşir.
Öbür tarafta da “Benim sahâbem gökteki yıldızlar gibidir.” derken de hangisine tâbî olursanız hidayete erersiniz. Resûlullah,
velî mürşidleri işaret etmektedir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in dönemini özetlemek gerekirse, kendisi vardı ve onun yetiştirdiği mürşidler vardı. Bugün o günün izdüşümüdür. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in
izdüşümü vekâleten devrin imamıdır. Sahâbenin izdüşümü bugün Allahû Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı velî mürşidlerdir.
Yani o gün nasıl varsa bugün de Allah’ın velîleri vardır. Ama bugün iblis
bir sıfır galip durumdadır. Çünkü gerçekten korkunç bir tuzakla başarıya ulaşmıştır. Bir insanın velî mürşidine; devrin imamına ulaşabilmesi o kişinin kalben Allah’a ulaşmayı dilemesine bağlıdır. İşte iblis bu kapıyı insanlara
kapatmış. Demiş ki: “Ruh insana hayat verir. Ruh vücuttan çıkınca kişi ölür. Ancak ölümle kişinin ruhu Allah’a ulaşır. Dünya hayatında ruhun Allah’a ulaşması yoktur.” İnsanları böyle kandırmış ve bu istikamette ikna etmiştir.
Şimdi şu anda kime sorarsanız sorun, ruhun sadece ölümle hayatta ulaşacağına inanıyorlar. Ruhun ölümle hayatta ulaşacağına inanıyorsa, bir insanın hayattayken Allah’a ulaşmayı dilemesi mümkün değildir. Allahû Tealâ 7 âyet-i
kerimeye göre dilemeyin hiç kimsenin velî mürşide ulaşmayacağını bildirmektedir; kanunu budur.
3 / ÂLİ İMRÂN - 164: Le kad mennallâhu alel mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve
in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Andolsun ki Allah, mü'minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni'met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden
bir resûl beas eder. Onlara O'nun (Allah'ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.
18 / KEHF - 17: Ve tereş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minh(minhu), zâlike min âyâtillâh(âyâtillâhi),
men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
Ve güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman sol taraftan onların
yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah'ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete ermiştir. Ve kimi dalâlette
bırakırsa (kim Allah'a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.
20 / TÂHÂ - 123: Kâlehbitâ minhâ cemîan ba’dukum li ba’dın aduvv(aduvvun), fe immâ ye’tiyennekum minnî huden fe menittebea hudâye fe lâ yadıllu ve lâ yeşkâ.
(Allahû Tealâ şöyle) dedi: “İkiniz oradan (aşağı) inin! Hepiniz (şeytan ve siz), birbirinize düşman olarak. Bundan sonra Benden size mutlaka hidayet gelecek. O zaman kim hidayetime tâbî olursa artık o,
dalâlette kalmaz ve şâkî olmaz.”
28 / KASAS - 50: Fe in lem yestecîbû leke fa’lem ennemâ yettebiûne ehvâehum, ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri
huden minallâh(minallâhi), innallâhe lâ yehdil kavmez zâlimîn(zâlimîne).
Bundan sonra eğer sana icabet etmezlerse (senin hidayete erdirme davetine uymazlarsa), bil ki onlar heveslerine tâbîdirler. Allah'tan
bir hidayetçi olmaksızın (hidayetçiye değil de) kendi heveslerine tâbî olandan daha çok dalâlette kim vardır? Muhakkak ki Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez.
46 /
AHKÂF - 32: Ve men lâ yucib dâiyallâhi fe leyse bi mu’cizin fîl ardı ve leyse lehu min dûnihî evliyâu, ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ve Allah'ın davetçisine icabet etmeyen kimse, yeryüzünde (Allah'ı)
aciz bırakacak değildir. Ve onun Allah'tan başka dostları yoktur. İşte onlar apaçık dalâlet içindedirler.
39 / ZUMER
- 23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men
yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).
Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab'a müteşabih (benzer) olarak
indirdi. Rab'lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah'ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah'ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve
Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.
7 / A'RÂF - 186: Men yudlilillâhu fe lâ hâdiye leh(lehu), ve yezeruhum fî tugyânihim
ya’mehûn(ya’mehûne).
Allah kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için bir hidayetçi (hidayete erdiren) yoktur. Ve onları azgınlıkları (isyanları) içinde şaşkın (bir halde) terkeder (bırakır). Şeytan Allah’a ulaşmayı dilemeyi
kesince aslında mağfiret de gitmiş, af da gitmiş, devrin imamı da bilinmez olmuş. Böylece Allah’a ulaşma dileği olmayınca dîn kapısı da kapanmıştır.
Ruhun Allah’a ulaşması hidayettir. Bu dilek olmayınca hidayet tamamen dîn tatbikatından çıkmış ve artık insanlar dîni yaşadıklarını sadece zannetmektedirler. Dîn kapısı Allah’a ulaşmayı dilemeyenler için
tamamen kapanmış durumdadır. Dîn, kalben değil de şeklen yaşanan bir dîn haline gelmiştir. Yani namazlar kılınmış, oruçlar tutulmuş, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin yaşadığı bir dîn tatbikatı şekle dayalı bir dîn tatbikatı
olmuştur. Çünkü tatbikatta ne mürşid var, ne devrin imamı var, ne mağfiret var. Dolayısıyla günahlar sevaba çevrilmemektedir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde: “Şeriat bir ağaç, dalları
tarikat, yaprağı marifet, meyvesi hakikattir.” buyurmaktadır.
Şimdi ağacın kendi var ama yaprak da yok meyve de yok. Kupkuru bir şey ve şekil şartına dönüşmüş vaziyette. Allahû Tealâ’nın bütün resûlleri,
Allah’ın bütün mürşidleri, Allah’ın bütün sevgili dostları insanları affı mağfirete davet ederler. Kişinin günahlarının af edilmesi, Allah’a ulaşmayı dilemesi lâzımdır. Mağfiret için mutlaka mürşide tâbî olmak gerekmektedir.
Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimsenin günahlarının örtülmesi, af edilmesi söz konusu değildir.
Muhterem okuyucular! Hepinizin Efendimizin himmeti ile hem ahiret, hem dünya saadetine ulaşmanızı Yüce Rabbimizden dileyerek, yazımızı burada tamamlıyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.
2. SAFHA TAKVA: Mürşide Tâbî Olmak
2. safha takvayı Allahû Teâlâ Mâide Suresinin 35. âyeti kerimesinde dile getiriyor:
5 / MÂİDE - 35: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah'a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah'a karşı takva sahibi olun ve O'na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O'nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz. Bu
da 2. safha takvadır. Bakara Suresinin 189. âyeti kerimesinde Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
2 /
BAKARA - 189: Yes’elûneke anil ehilleh(ehilleti), kul hiye mevâkîtu lin nâsi vel hacc(haccı), ve leysel birru bi en te’tûl buyûte min zuhûrihâ ve lâkinnel birre menittekâ, ve’tûl buyûte min ebvâbihâ, vettekûllâhe leallekum
tuflihûn(tuflihûne).
Sana hilâllerden (ay'ın hilâle dönüşen hallerinden) soruyorlar. De ki: “O, insanlar için vakitleri ve hac zamanını bildiren bir “vakit ölçüsü”dür.” Birr (kişiyi ebrar yapan güzel davranışlar), (cahiliyet
devrinde olduğu gibi) evlere arkalarından girmek değildir. Oysa birr, kişinin takva sahibi olmasıdır. Ve evlere kapılarından girin. Ve Allah'a karşı takva sahibi olun. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz. “vettekûllâhe
leallekum tuflihûn” “2. safha takva ile takva sahibi olun böylece felaha ulaşırsınız.”
2 / BAKARA - 194: Eş şehrul harâmu biş şehril harâmi vel hurumâtu kısâs(kısâsun),
fe meni’tedâ aleykum fa’tedû aleyhi bi misli ma’tedâ aleykum, vettekûllâhe va’lemû ennellâhe meal muttekîn(muttekîne).
Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler (yasaklar) karşılıklıdır. O halde kim size
saldırırsa o zaman onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın. Allah'a karşı takva sahibi olun ve Allah'ın takva sahipleriyle beraber olduğunu bilin! “Allah’a karşı takva sahibi olun. Her şeyi Allah’ın bildiğini
bilin.”
59 / HAŞR - 18: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekullâhe vel tenzur nefsun mâ kad demet ligad(ligadin), vettekûllah(vettekûllahe), innallâhe habîrun bi mâ ta’melûn(ta’melûne).
Ey âmenû olanlar (ölmeden önce Allah'a ulaşmayı dileyenler), Allah'a karşı takva sahibi olun! Ve her nefs, yarın için ne takdim ettiğine baksın! Ve Allah'a karşı takva sahibi olun. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır.
3 / ÂLİ İMRÂN - 50: Ve musaddikan limâ beyne yedeyye minet tevrâti ve li uhılle lekum ba’dallezî hurrime aleykum ve ci’tukum bi âyetin min rabbikum fettekûllâhe
ve etîûn(etîûni).
Ve önümde bulunan Tevrat'tan (olan âyetleri ) tasdik edici olarak, ve de size haram kılınmış olan bazı şeyleri helâl kılmak için, Rabbiniz'den size âyet getirdim. Allah'a karşı takva sahibi olunuz. Ve bana
itaat ediniz. Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 50. âyeti kerimesinde “Allah’a karşı takva sahibi olun ve Bana itaat edin” buyuruyor. Bu da 2. safha takvadır.
3 / ÂLİ İMRÂN - 200: Yâ eyyuhellezîne âmenusbirû ve sâbirû ve râbitû vettekûllâhe leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (ölmeden
önce, ruhlarını Allah'a ulaştırmayı dileyenler)! Sabredin ve sabır sahibi olun! Ve râbıta kuranlar olun (râbıta kurun)! Ve Allah'a karşı takva sahibi olun! Umulur ki böylece siz felâha erersiniz. Âli İmrân-200’de Allahû
Tealâ, yine “felâha ulaşırsınız” buyuruyor.
Mâide Suresinin 7. âyet-i kerimesinde “Allah’a karşı takva sahibi olun.” buyruluyor:
5 / MÂİDE - 7: Vezkurû ni’metellâhi aleykum ve mîsâkahullezî
vâsekakum bihî iz kultum semi’nâ ve ata’nâ vettekûllâh(vettekûllâhe) innallâhe alîmun bizâtis sudûr(sudûri).
Allah'ın, sizin üzerinizdeki ni'metini ve: “İşittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman, onunla
sizi bağladığı misâkınızı hatırlayın. Allah'a karşı takvâ sahibi olun, Muhakkak ki O, göğüslerde (sinelerde) olanı en iyi bilir.
5 / MÂİDE - 11: Yâ eyyuhellezîne âmenûzkurû ni’metallâhi aleykum iz hemme kavmun en yebsutû ileykum eydiyehum fe keffe eydiyehum ankum, vettekûllâh(vettekûllâhe)
ve alâllâhi fel yetevekkelil mu’minûn(mu’minûne).
Ey âmenû olanlar (Allah'a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler)! Allah'ın sizin üzerinizdeki ni'metini hatırlayın; bir kavim size ellerini uzatmaya kalktığı
zaman (Allah) onların ellerini sizden çekmişti. Ve Allah'a karşı takva sahibi olun (ruhunuzu, vechinizi (fizik vücudunuzu), nefsinizi ve iradenizi Allah'a teslim edin)! Mü'minler artık Allah'a tevekkül etsinler (güvensinler). Müminler
Allah’a tevekkül etsin. Vekil kılsın.9 / TEVBE - 199: 26 / ŞUARÂ - 108: Fettekûllâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah'a karşı takva sahibi olun (Allah'a ulaşmayı dileyin). Ve bana itaat edin.
26 / ŞUARÂ -
110: Fettekûllâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah'a karşı takva sahibi olun (Allah'a ulaşmayı dileyin). Ve bana itaat edin.
26 / ŞUARÂ - 126: Fettekullâhe
ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah'a karşı takva sahibi olun (Allah'a ulaşmayı dileyin) ve bana itaat edin (bana tâbî olun).
26 / ŞUARÂ - 131: Fettekullâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah'a karşı takva sahibi olun (Allah'a ulaşmayı dileyin) ve bana itaat edin (bana tâbî
olun).
26 / ŞUARÂ -
144: Fettekullâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah'a karşı takva sahibi olun (Allah'a ulaşmayı dileyin) ve bana itaat edin (bana tâbî olun).
26 / ŞUARÂ - 150: Fettekullâhe
ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah'a karşı takva sahibi olun (Allah'a ulaşmayı dileyin) ve bana itaat edin (bana tâbî olun).
26 / ŞUARÂ - 163: Fettekullâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah'a karşı takva sahibi olun (Allah'a ulaşmayı dileyin). Ve bana itaat edin
(bana tâbî olun).
26
/ ŞUARÂ - 179: Fettekullâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah'a karşı takva sahibi olun (Allah'a ulaşmayı dileyin). Ve bana itaat edin (bana tâbî olun). Görüyorsunuz ki; bütün bu âyetler bize 2. safha takvayı
bildiriyor. 2. safha takva mürşide tâbîiyeti ifade ediyor. Allahû Teâlâ yine Mucâdele Suresinde “Allah’a karşı takva sahibi olun ve haşrolunacağınızı bilin.” buyuruyor.
58 / MUCÂDELE - 9: Yâ eyyuhellezîne âmenû iza tenâceytum fe lâ tetenâcev bil ismi vel udvâni ve ma’siyetir resûli ve tenâcev bil birri vet takvâ, vettekûllâhellezî
ileyhi tuhşerûn(tuhşerûne).
Ey âmenû olanlar (Allah'a inananlar, îmân edenler)! Aranızda gizlice konuştuğunuz zaman artık günah, düşmanlık ve resûle isyan konusunda gizli gizli konuşmayın. Birr ve takva
konusunda aranızda müşavere edin (görüşün). Ve kendisine haşrolunacağınız (huzurunda toplanacağınız) Allah'a karşı takva sahibi olun. 3. SAFHA TAKVA: Ruhun Allah’a Ulaşması
50 / KAF -
31: Ve uzlifetil cennetu lil muttekîne gayre baîdin.
Ve cennet, takva sahipleri için uzak olmayarak yaklaştırıldı.
50 /
KAF - 32: Hâzâ mâ tûadûne li kulli evvâbin hafîz(hafîzin).
İ şte size vaadolunan şey budur (cennettir). Bütün evvab (ruhu Allah'a ulaşarak sığınmış), ve hafîz olanlar (başlarının üzerine devrin imamının ruhu
ulaşmış olanlar) için. - Birinci kat cennet; Cennetül Âliye, 1. takva sahiplerine,
- İkinci kat cennet; Cennetül Firdevs, 2. safha takva sahiplerine,
- Üçüncü
kat cennet; Cennetül Huld, 3. safha takva sahiplerine,
- Dördüncü kat cennet; Cennetül
Gurafâ, 4. safha takva sahiplerine,
- Beşinci kat cennet; Cennetil Me’va, 5. safha
takva sahiplerine,
- Altıncı kat cennet; Cennetin Naîm, 6. safha takva
sahiplerine,
- Yedinci kat cennet; Cennetin Adn, 7. safha takva sahiplerine
Allahû Teâlâ’nın müjdelediğini söyleyebiliriz.Öyleyse Allahû Teâlâ cennette 7 katı takva sahiplerine tahsis ediyor, veriyor. Akibetin takva sahiplerine olduğunu beyan ediyor.4. SAFHA TAKVA: Fizik Vücudun
Allah’a Teslimi
4. safha takva ki; bu fizik vücudun teslimi ile gerçekleşir. 4. safha takvayı Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 133. ve 134. âyeti kerimesinde şöyle dile getiriyor:
3 / ÂLİ İMRÂN - 133: Ve sâriû ilâ magfiretin min rabbikum ve cennetin arduhâs semâvâtu vel ardu, uiddet lil muttekîn(muttekîne).
Ve Rabbiniz'den olan mağfirete ve genişliği yerler ve gökler kadar olan, muttekîler için hazırlanmış olan cennete koşun!
3 / ÂLİ İMRÂN - 134: Ellezîne
yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler) ve
onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever. 4 safha takvanın 4’ünü de Allahû Teâlâ Mâide-93’te açıklıyor
5 / MÂİDE -
93: Leyse alellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti cunâhun fîmâ taimû izâ mettekav ve âmenû ve amilûs sâlihâti summettekav ve âmenû summettekav ve ahsenû vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Âmenû olanlar ve salih amel yapanlar (ıslâh edici amel, nefs tezkiyesi yapanlar) üzerine, takva (1. takva) sahibi olmadıkları zaman yediklerinden dolayı bir günah yoktur. Âmenû olun ve amilûssâlihat yapın!
Sonra da takva sahibi olun (3. takvaya ulaşın)! Âmenû olun sonra da takva sahibi olun (4. takvaya ulaşın) ve ahsen olun! Allah muhsinleri (ahsen olanları, 4. takvaya ulaşanları) sever. 4 safha takvanın hepsi bu âyeti
kerimede yer alıyor.
1. safha takva: Allah’a ulaşmayı dilemek.
2. safha takva: Mürşide tâbî olmak.
3. safha takva: Ruhu Allah’a teslim
etmek.
4. safha takva: Fizik vücudu Allah’a teslim etmek.(Devamı bir sonraki yazıda…)
5. SAFHA TAKVA: Nefsin Teslimi, Daimî Zikre Ulaşanların, Ulul’elbab Takvası
Âllahu Tealâ 5. safha takvayı A’râf Suresinin 21. âyeti kerimesinde dile getiriyor.
7 /
A'RÂF - 201: İnnellezînettekav izâ messehum tâifun mineş şeytâni tezekkerû fe izâhum mubsırûn(mubsırûne).
Muhakkak ki; takva sahibi kimseler şeytandan onlara gözü bürüyen bir vesvese dokunduğu zaman (Allah'ı) tezekkür ederler (Allah'la tezekkür ederler). İşte o zaman onlar, basar edenlerdir (kalp gözlerinin
basar hassası ile görürler: Casiye-23). Bu dizayn içerisinde olaya baktığımız zaman net olarak şunu görüyoruz. 5. Safha takva, Daimî zikre ulaşan ulul’elbâb takvasıdır. Allahû Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de özellikle Bakara
Suresinin 179. âyeti kerimesinde şöyle buyuruyor:
2 / BAKARA - 179: Ve lekum fîl kısâsı hayâtun yâ ulîl elbâbi leallekum tettekûn(tettekûne).
Ey ulûl elbab! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur
ki böylece siz, takva sahibi olursunuz. Yine Bakara Suresinin 183. âyeti kerimesinde “Oruç size farz kılındı. Umulur ki, takva sahibi olursunuz.” Yani “umulur ki daimî zikre ulaşırsınız” buyruluyor.
2 / BAKARA - 183:
Yâ eyyuhellezîne âmenû kutibe aleykumus sıyâmu kemâ kutibe alellezîne min kablikum leallekum tettekûn(tettekûne).
Ey âmenû olanlar! Oruç, sizden öncekilerin üzerine
yazıldığı (farz kılındığı) gibi sizin üzerinize de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki böylece siz takva sahibi olursunuz.
6 / EN'ÂM - 153: Ve enne hâzâ sırâtî
mustekîmen fettebiûh(fettebiûhu), ve lâ tettebiûs subule fe teferreka bikum an sebîlih(sebîlihi), zâlikum vassâkum bihî leallekum tettekûn(tettekûne).
Ve muhakkak ki; bu, Benim mustakîm olan yolumdur.
Öyleyse ona tâbî olun. Ve (başka) yollara tâbî olmayın ki; o taktirde sizi, onun yolundan ayırır. İşte böyle size onunla vasiyet etti(emretti). Umulur ki böylece siz takva sahibi olursunuz. 6. SAFHA TAKVA: İrşada Ulaşmak,
İhlâs Takvası
6. safha takvayı Allahû Teâlâ Mâide Suresinin 100 ve Bakara Suresinin 197. âyeti kerimesinde ifade ediyor.
Mâide Suresinin 100. âyeti kerimesinde Allahû Teâlâ şöyle buyuruyor:
5 / MÂİDE - 100: Kul lâ yestevîl habîsu vet tayyibu ve lev a’cebeke kesretul habîs(habîsi), fettekullâhe yâ ulîl elbâbi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
De ki; "Habisin (haram, murdar ve fesadın...) çokluğu senin hoşuna gitse bile, habis (haram ve kötü olan) ile tayyib (helâl ve temiz olan) bir değildir. Ey Ulûl Elbâb! Artık Allah'a karşı takva sahibi olun!
Umulur ki böylece siz felâha erersiniz. Bakara Suresinin 197. âyeti kerimesine baktığımız zaman şunu görüyoruz.
2
/ BAKARA - 197: El haccu eşhurun ma’lûmât(ma’lûmâtun), fe men farada fîhinnel hacca fe lâ refese ve lâ fusûka ve lâ cidâle fîl hacc(haccı), ve mâ tef’alû min hayrın ya’lemhullâh(ya’lemhullâhu), ve tezevvedû fe inne hayraz
zâdit takvâ, vettekûni yâ ulîl elbâb(elbâbi).
Hac, bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda), (ihrama girerek) haccı (kendine) farz edinirse, artık hacta kadına yaklaşmak (ve benzeri davranışlar), fâsıklık
(günaha sapmak), cedelleşmek (sürtüşmek, kavga etmek) yoktur. Siz hayırdan ne yaparsanız Allah onu bilir. Ve (hayırlarla) (kendinize) azık hazırlayın. Fakat azığın en hayırlısı muhakkak ki takva sahibi olmaktır. Ve ey ulûl
elbab! Bana karşı takva sahibi olun. Görüyorsunuz ki Allahû Tealâ, 6. safha takva ile takva sahibi olmamızı kesinlikle emrediyor.
7. SAFHA TAKVA: İradenin Teslimi, Bihakkın Takva
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ’nın dizaynı son derece muhteşem. 7 safha takvanın 7’sini yaşamamızı emrediyor. Nasıl 7 safha İslâm varsa,
7 safha takva var ve her 7 safha takvaya karşılık 7 safha mümin olmak var, 7 safha felâh var, 7 safha huşû var ve 7 safha Sırat-ı Mustakîm, 7 safha teslim söz konusu.
İşte takva en önemli kavramlardan
bir tanesidir ve Allahû Teâlâ emirlerine en üst seviyede itaat etmemizi, 7 safha takva sahibi olmamızı emir buyuruyor.
7. safha takva Âli İmrân Suresinin 102. ve 172. âyeti kerimesinde dile getiriliyor.
3 / ÂLİ İMRÂN - 102: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).
Ey âmenû olanlar, Allah'a karşı “O'nun
hak takvası” ile (bi hakkın takva, en üst derece takva ile) takva sahibi olun! Ve sakın siz, (Allah'a) teslim olmadan ölmeyin! Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 172. âyeti kerimesinde şöyle buyuruyor:
3 / ÂLİ İMRÂN -
172: Ellezinestecâbû lillâhi ver resûli min ba’di mâ asâbehumul karh(karhu), lillezîne ahsenû minhum vettekav ecrun azîm(azîmun).
Onlar (o mü'minler) ki, kendilerine yara
isabet ettikten sonra bile Allah'ın ve Resûl'ün davetine icabet ettiler. Onlardan ahsen olanlar (Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyenler) ve (azîm) takvaya ulaşanlar için "Azîm Ecir
(en büyük mükafat)" vardır. Bu takva, bu âyeti kerimede ecrun azîm ile bittiğine göre ecrun azîm en büyük ecirdir. En büyük ecrin sahibi olacaklarını beyan ediyor. En büyük ecir ancak 7 safha takva sahipleri içindir.
Allahû Teâlâ Âli İmrân Suresinin 102. âyeti kerimesindeki bi hakkın takvayı, bi hakkın takvanın sahiplerinin ecrin azîme mazhar olanlar olacağını beyan ediyor.
Öyleyse günümüz dîn tatbikatında “Takva Allah’tan korkmaktır.” diye ifade edilen konu, bu bir bid’attır. Çünkü sadece korkmak olarak ifade ederseniz takva kavramı geçen bütün âyeti kerimelerdeki o muhteşem
kavramın içini boşaltırsınız ve manayı saptırırsınız ve 7 safha takva tamamen dîn tatbikatından çıkar. Nitekim günümüzde de öyle olmuş durumda. Halbuki takva nefsi günah işlemekten korumaktır. Nefs, Allah’ın emirlerine
itaat etmediği zaman derecat kaybeder. Nefs, Allah’ın yasaklarını işlediği zaman derecat kaybeder, günah işler. Onu korumak ise Allah’ın emirlerine %100 itaat, yasak ettikleri fiilleri işlememekle gerçekleşir.
Yani kısacası Kur’ân’daki emir ve nehiylere itaatla kişi takva sahibi olabilir. Yoksa ben Allah’tan korkuyorum demekle hiç kimsenin takva sahibi olamayacağını Rabbimiz buyuruyor. İblis Allah'tan korkuyor ama takva
sahibi değildir.
59 / HAŞR - 16: Ke meseliş şeytâni iz kâle lil insânikfur, fe lemmâ kefere kâle innî berîun minke innî ehâfullâhe rabbel âlemîn(âlemîne).
(Münafıkların size vaadleri), şeytanın (vaadlerinin) durumu gibidir. İnsana: “İnkâr et (kâfir ol).” demişti. Fakat, inkâr ettiği zaman: “Muhakkak ki ben senden uzağım, elbette ben, âlemlerin Rabbi Allah'tan
korkarım.” dedi. O halde eğer gerçekten takvayı korku ile ifade etmek gerekecekse Allah’ın üzerimizdeki sevgisini kaybetme korkusudur. Çünkü takva, lugat manası ile korunmak anlamına geliyor, sakınmak anlamına geliyor.
Yoksa normal bildiğimiz bir korku değil. Kötü hesaptan korkmak
Takva Kur’ân-ı Kerim’de çok geniş bir biçimde anlatılmıştır. Allah’ın dizaynı budur. O dizayna uymak hepimizin vazifesi görevidir. O halde
7 safha takvayı yaşamak Allah’ın bütün emirlerine itaat, yasak ettiği fiilleri işlememekle elde edilir. Kur’ân-ı Kerim’de bunu ifade etmiş. Allah’ın bütün peygamberleri kendi kavimlerini “Allah’a ulaşmayı dileyin!” diyerek
Allah’a davet etmişlerdir. Yine Allahû Teâlâ’nın bütün peygamberleri “Takva sahibi olun, bana da itaat edin” diyerek, 2. safha takvayı da kavimlerine bildirmişlerdir.
3. safhaya kadar olan muhteva
Allahû Teâlâ’nın garantisinde gerçekleşmektedir. Ondan sonraki takva safhaları kişinin kendi gayreti ve azmi bu yolda gösterdiği çabanın bir mahsulüdür. Fizik vücudun teslimi ile 4. safha takva, nefsin teslimi ile 5. safha
takva, irşada ulaşmakla 6. safha takva ve iradenin Allah’a teslimi ile de 7. Safha takvanın sahibi olur kişi.
Sevgili kardeşlerim öyleyse “Takva Allah’tan korkmaktır.” İfadesi bir bid’at olarak dînimize
girmiştir. Bu bid’atın Kur’ân âyetleriyle aslî manaya döndürülmesi gerekir. Dîn bid’atlerden temizlendiği takdirde Kur’ân’daki İslâm yaşanmaya başlar. Bid’atlerle hiç kimse dîni yaşayamaz. Dînin yegane kaynağı Kur’ân-ı
Kerim’dir. A’dan Z’ye kadar hepimizin Kur’ân’a uyması lâzımdır.
Hepinizin hem dünya hem ahiret saadetine ulaşmanızı dileyerek yazımızı burada tamamlamış oluyoruz.
Allah hepinizden
razı olsun.
Dînde Zorlama Yoktur!
Eûzubillahimineşşeytânirracîm, Bismillâhirrahmânirrahîm.
Yüce Rabbimiz bir kere daha bir yazımızda biraraya getirdi. Sevgili okurlarımız bu haftaki yazımızda işleyeceğimiz konu, günümüzdeki
bid’atlerin başında yer alan, Kur’ân-ı Kerim’e ters düşen: “Dînde zorlama vardır.” ibaresi.
Günümüz dîn tatbikatında bu bid’at Kur’ân âyetlerine tamamen ters düşmektedir. Kul ile Allah arasındaki ilişkilerde
asla zorlama yoktur. Dîn, Allah ile olan ilişkilerle, kul ile kullar arasındaki ilişkiler olmak üzere 2 esas üzerine oturtulmuştur. Allah ile olan ilişkilerde hiç kimsenin zorlaması söz konusu olamaz. Örneğin namaz kılmak,
oruç tutmak, hacca gitmek, kelime-i şehadet getirmek, bunlar kul ile Allah arasındaki ilişkilerdir. Allah ile olan ilişkilerde asla zorlama söz konusu değildir. Bu konudaki âyetlere baktığımız zaman evvel emirde Gâşiye
Suresinin 21. âyeti kerimesinde belirtildiği gibi Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’e Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
88 / GÂŞİYE -
21: Fezekkir innemâ ente muzekkir(muzekkirun).
Artık zikret (hatırlat), sen sadece müzekkirsin (hatırlatıcısın). 88 / GÂŞİYE - 22: Leste aleyhim bi musaytır(musaytırın).
Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’in hiç kimse üzerinde bir zorlayıcı olmadığını Rabbimiz belirtiyor.
Bir başka âyeti kerimede Kaf Suresinin
45. âyeti kerimesinde şöyle buyruluyor:
50 / KAF - 45: Nahnu a’lemu bi mâ yekûlûne ve mâ ente aleyhim bi cebbârin fe zekkir bil kur’âni men yehâfu vaîdi.
Onların ne söylediklerini, en iyi Biz biliriz. Ve sen onların üzerine, cabbar (zorlayıcı) değilsin. Öyleyse Benim vaadimden (vaadettiğim cezadan, azaptan) korkanları Kur'ân ile ikaz et. Bir kere daha Resûlullah’ın
hiç kimseyi zorlayamayacağını Allahû Tealâ bizlere açıklıyor. Yûnus Suresinin 99 ve 100. âyeti kerimelerine baktığımız zaman şunu görüyoruz:
10 / YÛNUS -
99: Ve lev şâe rabbuke le âmene men fîl ardı kulluhum cemîâ(cemîân), e fe ente tukrihun nâse hattâ yekûnu mu’minîn(mu’minîne).
Ve şâyet senin Rabbin dileseydi, yeryüzünde olan kimselerin hepsi elbette topluca
îmân ederlerdi. Yoksa sen, insanları mü'min(ler) oluncaya kadar zorlayacak mısın?
10 / YÛNUS - 100: Ve mâ kâne li nefsin en tu’mine illâ bi iznillâh(iznillâhi),
ve yec’alur ricse alellezîne lâ ya’kılûn(ya’kılûne).
Ve Allah'ın izni olmaksızın, bir kimsenin (bir nefsin) mü'min olması (mümkün) olamaz. Ve (Allah), akıl etmeyen kimselerin üzerine ceza (azap) verir. Allah’ın izni olmaksızın kimsenin mü’min olması
söz konusu değildir. Yani kendi serbest iradesi ile Allah’ı dilemeyen hiç kimsenin mü’min olması söz konusu değildir. Ve Allahû Tealâ Bakara-256’da noktayı koyuyor.
2 / BAKARA - 256: Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lenfisâme
lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).
Dînde zorlama yoktur. irşad yolu (hidayet yolu, Allah'a ulaştıran yol), gayy yolundan (dalâlet yolundan, şeytana, cehenneme ulaştıran yoldan) açıkça (ayrılıp) ortaya çıkmıştır.
Artık kim tagutu (şeytanı ve şeytana ulaştıran yolu) inkâr edip de Allah'a îmân ederse (mü'min olur, Allah'a ulaştıran yolu tercih ederse), böylece o, (Allah'tan) kopması mümkün olmayan urvetul vuskaya (sağlam bir kulba,
mürşidin eline) tutunmuştur. Allah Sem'î'dir, Alîm'dir. Şeytan Her Devirde İnsanları Cehenneme Davet Eder
Her devirde Allah’ın davetini insanlara ulaştıran ve insanları cennete davet eden velî
mürşidler, velî resûller ve devrin imamı vardır. Aynı zamanda her devirde insanları cehenneme davet eden tagutlar devamlı tebliğ ederler. İbrahim Suresinin 22. âyeti kerimesinde şeytanın daveti ile Allah’ın davetinin aynı
âyeti kerimede yer aldığını görüyoruz:
14 / İBRÂHÎM
- 22: Ve kâleş şeytânu lemmâ kudıyel emru innallâhe veadekum va’del hakkı ve veadtukum fe ahleftukum, ve mâ kâne liye aleykum min sultânin illâ en deavtukum festecebtum lî, fe lâ telûmûnî ve lûmû enfusekum, mâ ene bi musrihikum
ve mâ entum bi musrıhıyy(musrıhıyye), innî kefertu bi mâ eşrektumûni min kabl(kablu), innaz zâlimîne lehum azâbun elîm(elîmun).
Şeytan, emir yerine getirildiği zaman şöyle dedi: “Muhakkak ki; Allah,
size “hak olan vaadini” vaadetti. Ve ben de size vaadettim. Fakat ben, vaadimden döndüm. Ve ben, sizin üzerinizde bir güce (sultanlığa, yaptırım gücüne) sahip değilim. Sadece sizi davet ettim. Böylece siz, bana icabet ettiniz.
Artık beni kınamayın! Kendinizi kınayın! Ve ben, sizin yardımcınız değilim. Siz de, benim yardımcım değilsiniz. Gerçekten ben, sizin beni ortak koşmanızı daha önce de inkâr ettim. Muhakkak ki; zalimlere acı azap vardır.” Demek
ki her devirde şeytan, insan şeytanlar ve cin şeytanlar olan tagut, o devirde yaşayan insanların nefslerine davette bulunuyor. Allah’ın irşadla vazifeli kıldığı devrin imamı, ona bağlı velî resûller, velî mürşidler de Allah’a
davet ediyorlar. Allah’ın davetini kabul etmeyenler otomatikman şeytanın davetini kabul etmiş oluyorlar.İnsanlar İkiye Ayrılır; Tagutu İnkâr Edenler, Rahmân’ı İnkâr Edenler.
Bakara Suresinin 256. âyeti kerimesi bu açıdan çok manidardır. Âyette “Kim tagutu inkâr eder ve Allah’a îmân ederse” deniliyordu, demek ki insanlar 2 gruptur.
1) Tagutu inkâr edenler, Allah’a ulaşmayı dileyenler Bakara-256’da zikrediliyor.
2) Rahmân’ı inkâr edenler tagutun davetine icabet edenler Allahû Tealâ onları da Zuhruf Suresinin 33. âyeti kerimesinde beyan ediyor
.43 / ZUHRÛF - 53: Fe lev lâ ulkıye aleyhi esviretun min zehebin ev câe meahul melâiketu mukterinîn(mukterinîne).
“Öyleyse ona takılmış altından bilezikler
olmalı veya onunla beraber ona yakın olan melekler gelmeli değil miydi?” Rahmân’ı inkâr edenler dünya hayatını talep edenlerdir. Tagutu inkâr edenler ise Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir.
Allahû
Tealâ Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyeti kerimelerinde Rahmân’ı inkâr eden dünya hayatını dileyenlerden bahsediyor.
10 / YÛNUS - 7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve
radû bil hayâtid dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah'a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır
ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10 / YÛNUS - 8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir). Allah’tan dünya hayatlarını dileyenlere Allahû Tealâ dünya hayatını veriyor ama onların ahirette nasipleri yoktur.
Yûnus Suresinin 8. âyeti kerimesine göre gidecekleri yer cehennemdir. Öyleyse Allahû Tealâ bizden, Allah’tan Allah’ı dilememizi istiyor.İnsan Allah’a Kul Olmak İçin Yaratılmıştır.
Allah’a Kul olmak
üzere Taguta Kul Olmaktan Kurtulabilir!
Sevgili kardeşlerim Zariyât Suresinin 56. âyeti kerimesinde Allahû Tealâ bizim yaratılış gayemizi anlatıyor.
51 / ZÂRİYÂT -
56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn(ya'budûni).
Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım. Taguta kul olmaktan kurtulmak ve Allah’a
kul olmak Allah’a ulaşmayı dilediğimiz an başlar. Allah’a ulaşmayı dilemeden evvel insanoğlu tagutun kuludur. Allahû Tealâ Zumer Suresinin 17. âyeti kerimesinde şöyle buyuruyor:
39 / ZUMER -
17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah'a yöneldiler (Allah'a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı
müjdele! Allahû Tealâ her devirde insanlar Allah’a kul olsunlar, taguta kul olmaktan ictinab etsinler diye resûller beas ediyor, hayata getiriyor. Nahl Suresinin 36. âyeti kerimesinde Allahû Tealâ bunu dile getiriyor.
Allah’a kul olabilenler kurtuluşa ulaşır.
16 / NAHL - 36: Ve le kad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâleh(dalâletu),
fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah'a ulaşmayı dileyerek) Allah'a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan)
içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını, (Resûlün daveti üzerine Allah'a ulaşmayı dileyenleri) Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde
gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün). (Devamı bir sonraki yazıda…)
Hidayet Kişinin İradesine Bağlıdır.
Hiç kimse başka bir kimseyi Allah’a inansın diye, Allah’a ibadet etsin diye, Allah’a kul olsun diye zorlayamaz. Bu Allah kul arasında bir şeydir. Allahû Tealâ hiç kimsenin müdahalesine müsade etmez. Kasas
Suresinin 56. âyeti kerimesinde Allahû Tealâ iki cihan serveri Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e şöyle buyuruyor:
28 /
KASAS - 56: İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huve a’lemu bil muhtedîn(muhtedîne).
Muhakkak ki sen, sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin (onun ruhunu Allah'a ulaştıramazsın).
Fakat Allah, dilediğini hidayete erdirir. Ve O, muhtedileri (hidayete erenleri) daha iyi bilir. Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Sen sevdiğin hiç kimseyi hidayete erdiremezsin, hidayete erdirmek
Bizim üzerimize vazifedir.” Peygamber Efendimiz (S.A.V) Amcasını hidayete erdirmeyi elbette isterdi. O yetimken O’nu Amcası büyütmüştü ve kendisinin üzerinde emeği çoktu. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bütün ricasına
rağmen Amcası Allah’a ulaşmayı dilemedi. Hiç kimse bir başkasını hidayet üzere kılamaz. Kişi bizatihi kendi hidayete erdirmeyi istemelidir. Allah’a ulaşmayı dilemeyi istemedikçe hiç kimse onu hidayete erdiremez. Bu Allahû
Tealâ’nın kesin kanunudur.
Kişi hidayete ermeyi istiyorsa mutlaka iradesini kullanmak durumundadır. Allah’a ulaşmayı dilemek durumundadır. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişiyi kimse hiç kimse Allah’a
ulaşmayı dileme noktasına ulaştıramaz. Sadece 2 tane alternatif vardır. Allah’a ulaşmayı dilemek veya dilememek; bu seçim iradî bir konudur.
Kişisel irade, kulun iradesi, cüzî irade Allah’a ulaşmayı
dilemedikçe o kişinin dışarıdan yapılan bir tesirle mü’min olması kurtuluşa ulaşması hiçbir zaman mümkün değildir. Kişi mutlaka kendisi kendi iradesi ile Allaha ulaşmayı dilemelidir. Dilediği takdirde mutlaka Allah onu
cennetine alır.
Eğer kişi Allah’a ulaşmayı dilemiyorsa başka biri o kişiyi hidayete hiçbir şekilde erdiremez. Hidayetine sebep de teşkil edemez. Her halükârda Allahû Tealâ’nın mutlak bir şartı vardır.
O kişinin cüzî iradesi, kişisel iradesi Allah’a ulaşmayı dileme cüretinde bulunur. Kişi Allah’a ulaşmayı dilemedikçe etrafındaki insanlar ona ne yaparlarsa yapsınlar o kişi hidayet üzere olamaz. O kişi kurtulamaz. Dışarıdan
yapılacak olan müdahaleler kimin tarafından yapılırsa yapılsın o kişinin iradesine karşı bir zorlamaysa o kişi Allah’a ulaşmayı dilemiyorsa o kişi asla hidayete erdiremez.Cehennemden Kurtuluş Tek Bir Dilekle Mümkündür!
Bir kişinin cehennemden kurtuluşu Kur’ân’ı Kerim’de bir tek şarta bağlanmıştır. Kişinin cenneti Allah’a ulaşmayı dilediği noktadan itibaren başlar. Oysaki Allahû Tealâ’nın mutlaka o kişinin kalbinde göreceği,
kalbinde işiteceği, kalbinde bileceği bir taleptir. Allah kalbinizi işitir bilir ve görür. Kalbinizdeki sesi işitir, Allah’a ulaşmayı dileme talebinizi işitir, kalbinizdeki talebi görür.
Öyleyse bir
insan ya Allah’a ulaşmayı diler yada dilemez. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişiyi hiç kimseyi zorla Allah’a ulaşma dileme noktasına ulaştırmak imkânının ve aynı zamanda yetkisinin sahibi kılınmamıştır. Bu sebeple Allahû
Tealâ Bakara Suresinin 256. âyeti kerimesinde: “Dînde zorlama yoktur” diyor. Bu âyeti kerimeye göre rüşd yolu ve gayy yolu birbirinden ayrılmıştır. Beyan edilmiştir, açıklanmıştır, tebeyyün edilmiştir. İkisinin hususiyetleri
belli olmuştur. Yani burada rüşd yolu ve gayy yolu birbirinden kesin şekilde ayrılmıştır manası çıkmaktadır.
Bu açıklama, Araf Suresinin 146. âyeti kerimesinde daha da belirgin bir şekilde ortaya konuyor:
7 / A'RÂF -
146: Seasrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu
sebîl(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn(gâfilîne).
Yeryüzünde haksız yere kibirlenen kimseleri, âyetlerimizden çevireceğim. Bütün âyetleri görseler, ona inanmazlar. Eğer rüşd yolunu görseler, onu yol edinmezler. Ve gayy yolunu görseler, onu yol edinirler.
Bu; onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir. Sadece 2 tane alternatif vardır ya rüşd yolu, ya gayy yolu. Herkes doğumu ile birlikte gayy yolundadır. Hiç kimse iradesi ile Allah’a ulaşmayı
dilemedikçe rüşd yoluna ulaşamaz. Gayy yolundan ayrılamaz. Gayy yolu aynı zamanda dalâlet yolu olarak da, cehennem yolu olarak da adlandırılır. “Gayy” cehennem içinde bir kuyunun adıdır; gayy kuyusu. Gayy yolu cehenneme
götürecek olan yol demektir.
Bütün insanlar doğdukları andan itibaren bir dalâlet çukurunun içindedirler. Allah’a ulaşmayı dilemedikçe hep dalâlette kalırlar. Kendi iradesi ile yani bilerek, isteyerek kalbinden Allah’a ulaşmayı dileyenler
sadece onlar dalâletten kurtulabilen hidayet üzere olanlardır. Rüşd yolu irşad yoludur, hidayet yoludur. İnsanın ruhunu, vechini, nefisini, iradesini teslim edeceği yolun adıdır. Bu yola sadece insana serbest irade ile
verilebilen bir karar ulaştırabilir. Böyle bir kararı Allahû Tealâ herkesten bekler, ister. Acaba bu kişi “Bana ulaşmayı dileyecek mi? Dilediği zaman Benim kulum olacak mı?” diye hep kalplerinize bakar.Kimler Allah’a ulaşmayı
dilerse sadece onlar Allah’ın kulu olmayı hak ederler.
Kim Allah’a ulaşmayı dilerse sadece onlar Allah’ın kulu olmayı hak ederler, sadece onlar tagutun kulu olmaktan kurtulurlar. Öyleyse iradî yapının
Allah’a ulaşmayı dilemediği bütün noktalarda, bütün zaman parçalarında o kişiler dalâlettedir. O kişi Allah’a ulaşmayı dilemedikçe dalâlette kalmaya mahkumdur. İnsanı dalâletten kurtaracak olan şey Allah’a ulaşmayı serbest
iradesi ile dilemektir.
Kişi bir başkası adına dilekte bulunur veya dileğinin kabul edileceğini zannedebilir ama bilmelidir ki hiç kimse başkasının dileği ile bu hedefe ulaşamaz. Herkes bu sebeple
kendisinden sorumludur. Evet tekrar ediyorum: Kişi bir başkası adına dilekte bulunur, dileğinin kabul edilebileceğini zannedebilir ama bilmelidir ki hiç kimse başkasının dileği ile bu hedefe ulaşamaz. Herkes bu sebeple
kendisinden sorumludur. Aynı sebeple niyet amelden üstündür. Kim Allah’a ulaşmayı dilemenin niyetine sahipse, Allah’a ulaşmayı dilemişse, bu kişi henüz hiçbir aksiyonun içine girmemişse bile bu niyet onu tek başına kurtuluşa
ulaştırır. Ama 15 yaşında sorumluluğunu almış, 80 yaşında ölmüş, İslâm’ın 5 şartını 65 yıl tatbik etmiş bir adam düşünün bu kişinin kurtuluşu Allah’a ulaşmayı dilemedikçe mümkün değildir. Allah’a ulaşmayı dilemek yani sadece
bir tek niyet 65 yıllık ibadeti onun daha ötesine bir değere sahip olarak yürütüyor demektir.
Öyleyse hiç kimse zorla bir başka birine tesir edemez. Onun için Bakara Suresinin 256. âyeti kerimesinin
başına “Dînde zorlama yoktur!” ifadesini koymuştur. İrşad yolları ile gayy yollarının birbirinden ayrıldığını söyleyen Allahû Tealâ şöyle devam etmektedir. “Kim tagutu kün ederse yani onu devre dışı bırakırsa, onu inkâr
ederse Allah’a âmenû olursa Allah’a ulaşmayı dilerse o Allah’tan kopması mümkün olmayan bir kulba sımsıkı yapışır.” Bir sonraki âyeti kerimede böyle bir durumun kişiyi nereye ulaştırdığını ifade ediyor. Allahû Tealâ Bakara-257’de
sadece Allah’a ulaşmayı dileyenleri zulmetten nura çıkarır.
2 / BAKARA -
57: Ve zallelnâ aleykumul gamâme ve enzelnâ aleykumul menne ves selvâ kulû min tayyibâti mâ razaknâkum ve mâ zalemûnâ ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn(yazlimûne).
Ve bulutu sizin üstünüze gölgeledik. Size
kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Sizi rızıklandırdığımız temiz şeylerden yeyin. Ve onlar, bize zulmetmediler, fakat onlar, kendi nefslerine zulmediyorlardı. Bakara-256 ile 257’yi birbirine bağlarsak: “Kim tagutu
inkâr etmişse, reddetmişse, âmenû olmuşsa Allah’ın dostu olmuştur. Tagutu inkâr eden kişi âmenû olan kişidir. Kendi iradesi ile bilerek isteyerek Allah’a ulaşmayı dileyen kişidir. Rüşd yolunu bu sebeple seçmiş olan kişidir.
O Allah’ın dostluğunu kazanır. Allah ulaşmayı dileyenler Kur’ân’ı Kerim’de âmenû olanlar olarak geçer. Allah âmenû olanların dostudur. Zaten Allahû Tealâ onların kalplerini zulmetten nura çıkarır” diyor.Nefsin Afetleri
Burada insanların nefs kalplerinden bahsediyor. O nefs kalpleri doğuştan itibaren bütün insanlarda %100 afetlerle doludur. Yani kapkaranlıktır.
Cehalet, cimrilik, dedikodu, haset, hırs, isyan,
iptilâlar, kin ve adavet, kibir, küfür, mürayilik, nankörlük, öfke ve gayz, sabırsızlık, vefasızlık, yalan, zan ve zulüm olmak üzere 19 tane afet. Bu afetlerin her biri nefsimizde karanlıkları temsil ediyor. Nefsimizin
kalbi doğduğumuz andan itibaren bu şekille kap karanlıktır.Ruhun Hasletleri
Allahû Tealâ’nın doğduğumuz zaman bize üfürdüğü ruh ise %100 pırıl pırıl aydınlıktır. Ruhta bütün güzellikler 19 tane haslet vardır.
Ruhtaki hasletleri şöyle sırlamak mümkün:
İlim, cömertlik, ketumiyet, tevhit, edep, itaat, kanaat, meziyetler, sevgi, mütevazi, îmân, ihlas, şükür, sekinnet, vefa, sabır, doğruluk, hakikat, adâlet.Tagut
dostlarını nurdan zulmete götürür. Eğer bir kişi âmenû olmuşsa Allah’a ulaşmayı dilemişse Allah onu mutlaka Kendisine ulaştıracaktır. O kişinin nefsinin kalbini mutlaka %50’den fazla nurla dolduracaktır. Karanlık kalp aydınlanmış
olacaktır. Kişi devam ederse bu aydınlık giderek artacak ve kişi daimî zikre ulaştığı zaman kişinin kalbindeki hiçbir karanlık kalmayacaktır. Ama vuslata ulaştıktan sonra tagut, insan ve cin şeytanlar o kişiyi tuzağına
düşürürse o kişi gittiği yolu inkâr eder hüviyete gelecektir.
Başlangıçta kişi zaten gafildi, Allah’a ulaşmayı dilediği zaman mü’min olmuştu. Allah’a ulaşmıştı ama ulaştıktan sonra fıska düştü. Küfre
düştü. Tagut onun aydınlık olan en azından yarıya kadar aydınmış olan kalbini tekrar kapkaranlık hale getirecektir. Tagut bunu zorla yapmıyor, o kişiyi Allah’ın yolundan kendi iradesiyle saptırmak için ona her türlü kötülüğü
adım adım işliyor ve kişi Allah’a ulaştıktan sonra yoldan sapıyor, kendi iradesi yapısı ile dalâlete düşüyor.
Öyleyse dînde zorlama yoktur. Dalâletten hidayete adım atmak vardır. Hidayette iken dalâlete
düşmek söz konusudur. Her iki hal de kesinlikle serbest iradenin bir mahsulüdür. O kişi dalâleti dilemedikçe asla Allah onu dalâlete düşürmez. O kişi hidayeti dilemedikçe asla Allahû Tealâ onu hidayet üzere kılmaz. Hem
zorlamak isteyenlere engel koyuyor hem de bunun mümkün olmadığını söylüyor. Zorlamakla hiç kimse kimseyi dîn sahibi kılamaz. Kurtuluşa ulaştıramaz. Zorunlulukla hiç kimse kimseyi Allah’ın yolundan uzaklaştıramaz.(Devamı
bir sonraki yazıda…)
Allah ile insanlar arasındaki ilişki her şeyden evvel bir kalp ilişkisidir. Allahû Tealâ kişisel iradeyi mutlaka devrede görmek ister. İnsanlar Allah’a ulaşmayı dilemedikçe birinci ve ikinci basamaklarda kalacaklardır.
Allah tarafından seçilmiş olsalar da netice değişmez. İnsanlar kendi iradeleriyle Allah’a ulaşmayı dilemedikçe daima dalâlette kalacaklardır.
Öyleyse biliniz ki dînde zorlama yoktur. Allahû Tealâ tarafından
zorlama yasaklanmıştır. Zorla hiç kimse bir başka kişiyi Allah’ın yoluna da alamaz, Allah’ın yolundan da çıkaramaz. Hiç kimse bir başka kişiyi zorla hidayet üzere kılamaz. Hidayete erdiremez, hidayetten de dalâlete düşüremez.
Meğer ki kişi kendisi karar vererek bunu yaparsa o zaman sonuç hasıl olur.
Şunu anlıyoruz ki kul ile Allah arasındaki ilişkilerde kesinlikle zorlama yoktur. Ne zorla kişiyi îmân sahibi kılabilirsiniz, ne zorla îmân sahibi kişiyi kâfir kılabilirsiniz. Zorla îmân sahibi kişinin
de kâfir kılınamayacağını Allahû Tealâ Nahl Suresinin 106. âyeti kerimesinde dile getiriyor.
Nahl Suresinin 106. âyeti kerimesine baktığımız zaman şunu görüyoruz:
16 / NAHL - 106: Men kefere billâhi min ba’di îmânihî illâ men ukrihe ve kalbuhu mutmainnun bil îmâni ve lâkin men şereha bil kufri sadran fe aleyhim gadabun
minallâh(minallâhi), ve lehum azâbun azîm(azîmun).
Kalbi îmânla mutmain olmuş olduğu halde zorlanan kimse hariç, fakat kim îmânından (hidayete erdikten) sonra Allah'ı inkâr ederse ve kim küfre göğüs
açarsa (irşad makamından şüphe edip fıska düşerse, kişinin küfrü talebi sebebiyle, Allahû Tealâ, onun göğsünü küfre açar, şerheder), artık Allah'tan bir gazap onların üzerinedir ve onlar için azîm azap vardır.
16 /
NAHL - 107: Zâlike bi ennehumustehebbûl hayâted dunyâ alel âhıreti ve ennallâhe lâ yehdîl kavmel kâfirîn(kâfirîne).
İşte bu, onların dünya hayatını, ahiret hayatına göre
daha çok sevmeleri ve Allah'ın, kâfir kavmi hidayete erdirmemesi sebebiyledir. Bu onların dünya hayatını ahiret hayatına göre daha çok sevmeleri ve Allah’ın kâfiri hidayete erdirmemesi sebebiyledir.
16 / NAHL - 108: Ulâikellezîne tabeallâhu alâ kulûbihim ve sem’ihim ve ebsârihim, ve ulâike humul gâfilûn(gâfilûne).
İşte onlar, Allah'ın kalplerini,
işitme hassalarını ve görme hassalarını tabettiği (mühürlediği) kimselerdir. Ve işte onlar; onlar, gâfillerdir. Onlar, Allahû Tealâ’nın kalplerinin işitme hassalarını görme hassalarını tab ettiği kimselerdir. İşte
onlar onlar gafillerdir.
16 / NAHL - 109: Lâ cereme ennehum fîl âhıreti humul hâsirûn(hâsirûne).
Onların, ahirette hüsrana düşenler olduğuna şüphe yoktur.
Onların ahirette hüsrana düşenler olduğundan şüphe yoktur.
16 / NAHL - 110: Summe inne rabbeke lillezîne hâcerû min ba’di mâ futinû summe câhedû ve saberû inne rabbeke min ba’dihâ le gafûrun rahîm(rahîmun).
Daha sonra da muhakkak ki senin Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret (göç) edenlere sonra da cihad edip sabredenlere, şüphesiz (bütün) bunlardan sonra, elbette Gafur (mağfiret eden)'dur ve Rahîm
(rahmet nuru gönderen)'dir.Ama sonra muhakkak ki Senin Rabbin işkenceye uğrattıktan sonra hicret edenlere sonradan cihad edip sabredenlere şüphesiz ki bunlardan sonra Gafur’dur ve Rahîm’dir.
16 / NAHL -
111: Yevme te’tî kullu nefsin tucâdilu an nefsihâ ve tuveffâ kullu nefsin mâ amilet ve hum lâ yuzlemûn(yuzlemûne).
O gün, bütün nefsler gelir. Herkes (hayat filmini görerek, kaybettiği ve kazandığı dereceler
açısından) kendi nefsi ile mücâdele eder. Ve herkese amelleri (yaptıkları) ödenir. Ve onlara zulmedilmez (haksız olarak negatif derece yazılmaz). Görülüyor ki o gün bütün nefsler gelir herkes kaybettiği ve kazandığı
dereceler açısından kendi nefsleri ile mücadele eder. Herkese amelleri yaptıkları ödenir. Onlara zulmedilmez. Haksız olaraktan negatif derece yazılmaz.Allahû Tealâ hidayete erdikten sonraki kişinin durumunu bir misalle
bize açıklıyor.
16 / NAHL - 112: Ve daraballâhu meselen karyeten kânet âmineten mutmainneten ye’tîhâ rızkuhâ ragaden min kulli mekânin fe keferet bi en’umillâhi fe ezâkahallâhu libâsel cûi vel
havfi bimâ kânû yasnaûn(yasnaûne).
Ve Allah, (korkudan) emin ve mutmain (huzurlu, tatmin olmuş) olan bir şehri (halkını) misal verdi. Onun rızkı, heryerden bol bol geliyordu. Fakat o (şehir halkı), Allah'ın
ni'metlendirmesine nankörlük etti. Bundan sonra Allah, onlara yapmış olduklarından dolayı açlık ve korku libasını tattırdı. “Allah korkulan emin, mutmain olmuş bir şehri misal verdi. Onun rızkı her yerden bol bol geliyordu.
Fakat o şehir Allah’ın ni’metlendirmesine nankörlük etti. Bundan sonra Allah onlara yapmış olduklarından dolayı açlık ve korku libası giydirdi.
16 / NAHL - 113: Ve
lekad câehum resûlun minhum fe kezzebûhu fe ehazehumul azâbu ve hum zâlimûn(zâlimûne).
Ve andolsun ki; onlara, kendilerinden (kendi içlerinden) bir resûl geldi. Fakat onu yalanladılar. Böylece azap onları
yakaladı. Ve onlar zalimlerdir. Allahû Tealâ’ya hamd olsun onlara kendi içlerinden resûl geldi. Fakat onu yalanladılar. Böylece azap onları yakaladı. Böylece onlar zalimlerdir.”
Nahl Suresinin 114.
âyeti kerimesine baktığımız zaman şunu görüyoruz:
16 / NAHL - 114: Fe kulû mimmâ razakakumullâhu halâlen tayyiben veşkurû ni’metallâhi in kuntum iyyâhu ta’budûn(ta’budûne).
Öyleyse Allah'ın sizi rızıklandırdığı helâl ve tayyib (güzel, temiz) olan şeylerden yeyin! Ve eğer siz, yalnız O'na kul olduysanız, Allah'ın nimetlerine şükredin! Başkalarını Allah’ın Yolundan Men Edenler Ağır
Bir Vebal Altındadır!
Kul ile kullar arasındaki ilişkilerde elbette müdahale vardır. Zekât kul ile kul arasındaki bir ilişkidir. Kişinin özgürlüğü başka birisinin özgürlüğünün başladığı yerde biter. Dolayısıyla kulların üzerimizde
maddî ve manevî hakkı vardır. Olaya baktığınız zaman net olarak şunu görüyoruz. Hz. Ebû Bekir (R.A) 14 asır evvel insanlara: “Siz namaz kılmasanız o sizinle Allah arasında, oruç tutmazsınız o sizinle Allah arasında, hacca
gitmezseniz o sizinle Allah arasında, kelime-i şehadet getirmezseniz o sizinle Allah arasında, ama zekât vermediğiniz zaman ben size savaş açarım” diyor.
Çünkü zekât kul hakkıdır ve kulun hakkını gasp edenin üzerine sorumluluk vardır. Mutlaka hakkın hak sahibine ödenmesi gerektiği beyan edilmektedir. Demek ki kul hakkı için her türlü mücadeleyi vermemiz
lâzım. Kul ile Allah arasındaki ilişkilerde o sebeple küfür devam eder. Ama zulüm devam etmez. Nitekim manevî istikametteki olayda da durum aynıdır. Kâfir olup Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimseyi Allahû Tealâ zorla onlara
“Bana kul olun demiyor.” Ama her kim Allah’a ulaşmayı dilemeyip de, başkalarının da dilemesine mani olunca Allahû Tealâ onlarla savaşmamızı emrediyor.Fitne Katilden Büyüktür!
Evet, fitne katilden büyüktür.
Yani kendisi Allah’a ulaşmayı dilemeyip başkalarının dilemesine mani olan insanlar fitneye sebep oluyorlar. Dolayısıyla “Fitne katilden büyüktür” hükmü gereğince Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dilemeyip başkalarının dilemesine
de mani olanlara kıtal etmemizi emrediyor.
Bakara Suresinin 217. âyeti kerimesine baktığımız zaman net olarak bunu görüyoruz.
2 / BAKARA -
217: Yes’elûneke aniş şehril harâmi kıtâlin fîh(fîhi), kul kıtâlun fîhi kebîr(kebîrun), ve saddun an sebîlillâhi ve kufrun bihî vel mescidil harâmi ve ihrâcu ehlihî minhu ekberu indallâh(indallâhi), vel fitnetu ekberu minel
katl(katli), ve lâ yezâlûne yukâtilûnekum hattâ yeruddûkum an dînikum inistetâû ve men yertedid minkum an dînihî fe yemut ve huve kâfirun fe ulâike habitat a’mâluhum fîd dunyâ vel âhireh(âhireti), ve ulâike ashâbun nâr(nâri),
hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Sana haram (hürmetli) aydan ve onun içinde yapılan savaştan soruyorlar. De ki: “Onun içinde (o ayda) savaş büyük (günahtır). (Fakat insanları) Allah yolundan saptırmak (alıkoymak) ve O'nu inkâr etmek, (mü'minlere)
Mescid-i Haram'ı (yasaklamak) ve onun halkını oradan (Mekke'den sürüp) çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür (büyük günahtır). Ve fitne, (adam) öldürmekten de daha büyüktür (bir suç ve günahtır). Eğer onların güçleri
yetse (yapabilseler), sizi dîninizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri kalmazlar. Sizden kim dîninden dönerse, o taktirde o, kâfir olarak ölür. Bu sebeple işte onlar, amelleri dünyada ve ahirette boşa gitmiş
olanlardır. Ve işte onlar, ateş ehlidir. ve onlar, orada ebediyyen kalacak olanlardır.” Demek ki haram aylarda savaşmak büyük günahtır, Allah yasaklamıştır. Ama insanları Allah yolundan saptırmak fesada sebep olmak
daha da büyük günahtır. Bu sebeple fitne öldürmekten daha büyük bir suçtur. Eğer onların güçleri yetse sizi dînizden döndürünceye kadar geri kalmazlar. Sizden kim dîninden dönerse o kâfir olarak ölür. Bu sebeple işte onların
amelleri dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. Ve işte onlar ateş ehlidir. Ve onlar orada ebediyen kalacaklardır.
Öyleyse kul ile kul, kul ile Allah arasındaki ilişkilerde zorluk olmamasına karşılık,
kul ile kul arasındaki ilişkilerde hakkın hak sahibine teslim edilmesi söz konusudur. Ve mutlaka orada bir mücadele yapmamız gerekir.
2 / BAKARA - 218: İnnellezîne âmenû vellezîne hâcerû ve câhedû fî sebîlillâhi, ulâike yercûne rahmetallâh(rahmetallâhi), vallâhu gafûrun rahîm(rahîmun).
Muhakkak ki âmenû olanlar ve hicret (göç) edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah'ın rahmetini dilerler. Ve Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir. Görülüyor ki her halükârda bize düşen iki
açıdan da konuyu incelemek ve âyetlerin hükümlerine râm olmak, Allah’ın âyetlerine teslim olmak, takva sahibi olmaktır. Kul ile Allah arasındaki ilişkilerde kesinlikle zorlama yoktur, müdahale yoktur. Ama kul ile kul arasındaki
ilişkilerde müdahale vardır. Nitekim zekât kul hakkıdır. Kul hakkını ödemeyen kişiye Hakkın hak sahibine ödenmesi babında baştaki idareciye yetki veriyor. Allahû Tealâ hakkının hak sahibine ödenmesini kesinlikle farz kılıyor.
“Dînde zorlama yoktur.” Kur’ân’ı Kerim’in hükmü budur. Ama ne yazık ki insanlar “Dîn seçiminde zorlama vardır.” diyorlar. Hayır ne dînin seçiminde zorlama vardır; çünkü dînin aternatifi yoktur. Ne de dînin içinde zorlama
vardır. Tamamen kişi serbest iradesiyle Allah’a ulaşmayı diler dîni yaşar veya dilemez dîni yaşamaz hak ettiği azabı alır.
Bir yazımızın daha sonuna geldik. Allah hepinizden razı olsun.
Cem olmak, bir olmak, beraber olmak daima bize Allah’ın yardımını ulaştırır. Kur’ân-ı Kerîm’de Allahû Tealâ bir olmamızı, beraber olmamızı emir buyurmaktadır. Gönül dostu Hacı Bektaşı Velî’nin de işaret ettiği
“Bir olalım, diri olalım, iri olalım.” hakikati bugün de bütün safhalarıyla yaşanmalıdır. Allah bunu bütün insanlara farz kılmıştır.
Allahû Tealâ, gönül dostu olan Yunus Emre’ye de bu hakikatleri öğretmiştir. Hangi devirde olursa olsun tum Allah dostları 7 safha ve 4 teslimle Kur’ân’daki İslâm’ı yaşamışlar. 1. safha Allah'a ulaşmayı
dilemektir. Allah’a ulaşmayı dilemeden, ruhun talebine uymadan hiç kimsenin Allah'ın dînini yaşaması mümkün değildir. İslâm’ın giriş kapısı hidayettir ve ancak Allah'a ulaşmayı dilemekle bu kapıdan içeriye girilir. Kur'ân’daki
iki âyetle hidayet insan ruhunun dunya hayatında Allah’a ulaşmasıdır.
2 / BAKARA -
120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve leinitteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Ve sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah'a ulaşmak (Allah'ın kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir.” .
Sana gelen ilimden sonra eğer gerçekten onların hevalarına uyarsan, senin için Allah'tan bir dost ve bir yardımcı yoktur.
3 / ÂLİ İMRÂN - 73: Ve lâ tu’minû
illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâ’(yeşâu), vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah'a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir
benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi'dir (ilmi geniştir, herşeyi
kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir). 14 asır evel hidayet tebliği ile göreve başlayan Hz. Peygamber (S.A.V)’e Efendimiz ahir zamanda tekrar hidayetin dîn tatbikatından çıkacağını şu veciz hadisiyle açıklıyor. “Bir
zamanlar gelecek Kur’ân’ın resmi, İslâm’ın ismi kalacak. Mescitleri dışarıdan mamur içindekiler hidayetten mahrum olacaklar”. buyuruyor. İşte hidayetin kaybolduğu bir dönemde Allahû Tealâ’nın hidayete erdirmekle görevli
kıldığı ve adına “hidayete erdirici” manasına gelen Mehdi ismini verdiği resûlünu hidayetle görevli kılacağını Tövbe Suresinin 33. âyet-i kerimesinde şöyle açıkliyor:
9 / TEVBE -
33: Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ ve dînil hakkı li yuzhirehu aled dîni kullihî ve lev kerihel muşrikûn(muşrikûne).
Resûl'ünü müşrikler kerih görseler de, hidayetle ve hak dîn ile (bu dîni) bütün dînler
üzerine izhar etmesi (hak dîn olduğunu ispat etmesi) için gönderen O'dur. Mehdi Resûl, Nebî resûllerin hitam bulduğu, nebî resûllerin olmadığı fetret döneminde Allahû Tealâ’nın hidayetle vazifeli kıldığı devrin imamıdır.
Âyetten de anlaşıldığı gibi hidayet yoksa hak dîni, Allah’ın dînini yaşamak mümkün değildir. Resûl Allah'ın temel emrini, hidayeti insanlara Allahû Tealâ’nın kitabındaki âyetleriyle tebliğ etmektedir. Allahû Tealâ hidayeti
hepimizin üzerine farz kılmıştır.Günümüzde Allah’ın emriyle Kur’ân’ı insanlara öğretmekle vazifeli olan, kavimlerin ana lisanıyla Allah'ın dînini açıklayan Allah'ın resûllerinin yerine, hocalar, Kur’ân’ın yerinde insanların
yazdığı kitaplar geçtiği için hidayet yaşanmıyor. Hidayet hak, babamız İbrahimin hanif dîni, Allah'ın dîni tamamen değiştirilmiştir. Ama Allah'ın dîninin ve şeriatının tek olduğu Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinde şöyle
açıklanmaktadır:
42 / ŞÛRÂ -
13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî
ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh'a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.”
diye Hz. İbrâhîm'e, Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah'a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine
seçer ve O'na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır). Müşrikler, Allah'ın kitabının yerine insanların el yazması kitaplarını; Allah'ın resûllerinin yerine de Allah'ın irşadla vazifeli
kılmadığı hatipleri geçirenlerdir.
Allah'ın resûllerinin yerine geçen bu kişiler, insanlara bid’atlere dayanan bir dîn tatbikatı öğretmektedirler. Diğer yandan, günümüzde Allah'ın Resûl’ü Mehdi (A.S)’ın
da Allah’tan aldığı öğretiyle insanlara Allah’ın temel emri olan hidayeti insan ruhunun dünya hayatında Allah’a ulaşmasını Bakara 120 ve Ali İmran Suresinin 73. âyetlerine dayanarak anlatmaktadır. Resûl, hidayeti 7 safhasıyla
açıklamasına karşılık resûlün getirdiği davet, Allah'a ulaşmayı dilemeyenlere (müşriklere ve gizli şirkte olanlara) ağır geliyor ve “Eski köye yeni adet mi?” diyorlar. Halbuki Allahû Tealâ Rum-30’da hak dînin değişmez esaslarını
bize şöyle bildiriyor.
30 / RÛM - 30: Fe ekim vecheke lid dîni hanîfâ(hanîfen), fıtratallâhilletî fataran nâse aleyhâ, lâ tebdîle li halkıllâh(halkıllâhi), zâliked dînul kayyimu ve
lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn(ya’lemûne).
Artık hanif olarak kendini (vechini) dîn için ikame et, Allah'ın hanif fıtratıyla ki; Allah, insanları onun üzerine (hanif fıtratıyla) yaratmıştır. Allah'ın yaratmasında
değişme olmaz. Kayyum olan (kaim olacak, ezelden ebede kadar yaşayacak) dîn budur. Fakat insanların çoğu bilmez. Âyet-i kerimede belirtidiği gibi hak dîn olan babamız İbrahim’in hanif dînin değişmez iki temel özeliği
şudur. Allahû Tealâ, bütün insanları hanif fıtratıyla yaratmıştır. Allah insanların yaratılışını değiştirmez. Ezelî ve ebedî dîn olan hanif dîni, Arapça adıyla İslâm dînini hiç bir zaman değiştirmeyecektir. Bu evrensel
hükümlerin yegâne kaynağı da Kur’ân-ı Kerîmdir. Tevrat, İncil ve elimizdeki bütün kutsal kitaplarda tespit edilen 7 safha 4 teslim, dînin bütün esaslarını içermektedir. Bize farz olan yani emredilen 7 safha 4 teslimden
oluşan hak dîni, babamız İbrahimin hanif dînini yaşayabilmektir. Sahâbe hanif dîni Arapça adıyla İslâm’ın 1. safhası olan dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dileyerek kendilerini şeytana kul olmaktan kurtarmışlar. Allahû
Teâla bu hakikati Zümer Suresinin 17. âyeti kerimesinde şöyle açıklıyor;
39 / ZUMER - 17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ,
fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah'a yöneldiler (Allah'a ulaşmayı dilediler). Onlara
müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele! Gönül dostu olan Yunus Emre 7 safha ve 4 teslimden oluşan hanif dînin 1. safhasını bir dörtlüğünde şöyle dile getirmiştir:
“Burada dahi verdin bize,
ol huriden
çift helal,
andan dahi geçti arzum,
azmim Sana varmak için.”
Yunus Emre’nin bu sözlerinde nefsin talebiyle, ruhun talebi mukayese edilmektedir. Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 14. âyet-i kerimesinde aynı mukayeseyi yaparak diyor ki:
3 / ÂLİ İMRÂN - 14: Zuyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel hars(harsi),
zâlike metâul hayâtid dunyâ, vallâhu indehu HUSNUL MEÂB(meâbi).
İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan sevgiden oluşan" şehvetleri
(aşırı düşkünlükleri) güzel gösterildi. Bunlar, dünya hayatının menfaatleridir. Ve Allah, O'nun katındaki en güzel sığınaktır. Âyet-i kerimede nefsin talepleri dile getiriliyor ve bu nefsin taleplerinin arasında kadınlar
da var. Yunus Emre de bu hakikati bildiği için diyor ki: “Bize bu dünya hayatında 4 evliliği helal kıldın ama benim talebim bu değil. Azmim, ruhun talebine uyarak Sana yaklaşmak Sana varmak. Âli İmrân Suresinin 14. âyet-i
kerimenin son kısmında zikredildiği gibi ruhun talebi Allah’ın Zatına sığınmak “meâba”, ulaşmaktır.Allahû Tealâ’nın Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinde Allah’a ulaşmayı dileyenlerin ruhlarını Kendisine ulaştırcağının
garantisini veriyor. Allah dilediğini seçer ve seçtiklerinden her kim O’na ulaşmayı dilerse, onu da mutlaka Kendisine ulaştırır. Öyleyse dilemek bizden ama ulaştırmak Allahû Tealâ’dandır.• Her Devirde Hidayete Erdiren Bir
Tek Kişi Vardır
Allahû Tealâ, ruhun Allah'a ulaşması için ruhu Allah'a ulaştırmaya vesile velî mürşitle, kavim resûllerini her devirde vazifeli kılar. Her devirde her kavmin lisanıyla Allah'ın âyetlerini
açıklayan, Allah'ın hidayetini insanlara tebliğ eden kavim resûlleri vardır. Bunlar hidayete vesile olanlardır. Velî mürşidler, hidayete vesile olanlardır ama her devirde hidayete erdiren bir tek kişi vardır. 14 asır evvel
hidayete erdiren asâleten Devrin İmamı Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimize sahâbenin hepsi tâbî oldular. Allahû Tealâ bu hakikati Fetih Suresinin 10. âyet-i kerimesinde hanımların tâbiiyetini Mumtehine Suresinin 12. âyet-i
kerimesinde bildirmektedir.
48 / FETİH - 10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih(nefsihî), ve
men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah'a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah'ın eli vardır.
Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah'a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah'a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini,
misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
60 / MUMTEHİNE -
12: Yâ eyyuhen nebiyyu izâ câekel mu'minâtu yubâyi'neke alâ en lâ yuşrikne billâhi şey'en ve lâ yesrikne ve lâ yeznîne ve lâ yaktulne evlâdehunne ve lâ ye'tîne bi buhtânin yefterînehu beyne eydîhinne ve erculihinne ve lâ
ya'sîneke fî ma'rûfin fe bâyı'hunne vestagfirlehunnallâh(vestagfirlehunnallâhe) innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Ey nebî (peygamber)! Mü'min kadınlar; Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık
yapmamak, zinada bulunmamak, evlâtlarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurmamak, maruf bir iş konusunda sana asi olmamak üzere, sana tâbî olmak için geldikleri zaman, artık onların biatlerini kabul
et ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah; Gafur'dur (mağfiret edendir, günahları sevaba çevirendir), Rahîm'dir (Rahîm esması ile tecelli edendir). Yunus Emre 2. safhada gerçekleşen tâbiiyeti şöyle
dile getirmiştir:
“Gel ey kardaş Hakkı bulayım dersen; bir kamil mürşide
varmasan olmaz.
Resûlün cemalini göreyim dersen; bir kamil mürşide varmasan
olmaz.”
1. safha olan Allah’a ulaşmayı dilemeden hiç kimse mürşide ulaşamaz.
2. safhada mürşide tâbiîolmadan hiç kimse ruhunu, vechini, nefsini ve iradesini Allah’a teslim edemez. Allahû Tealâ,
Kur’ân-ı Kerîm’de resûlün birinci görevi olarak diyor ki; “O size âyetleri tilavet eder, açıklar.”
2 / BAKARA - 151: Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum
âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
Nitekim size, aranızda (görev yapmak üzere), sizden (kendinizden) bir Resûl (Peygamber) gönderdik
ki, âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi)tezkiye (ve tasfiye) etsin, size Kitap'ı(Kurânı Kerim'i) ve hikmeti öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin..
65 / TALÂK - 11: Resûlen yetlû aleykum âyâtillâhi mubeyyinâtin li yuhricellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti minez zulumâti ilen nûr(nûri), ve men yû'min billâhi ve ya'mel sâlihan
yudhilhu cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), kad ahsenallâhu lehu rızkâ(rızkan).
Resûl, âmenû olanları (ölmeden önce Allah'a ulaşmayı dileyenleri) ve amilüssalihat (salih amel,
yani nefs tezkiyesi) yapanları, karanlıklardan nura çıkarmak için size Allah'ın âyetlerini açıklayarak okur. Ve kim, Allah'a îmân ederse ve salih (nefsi ıslâh eden) amel işlerse onu, içinde ebediyyen kalmak üzere, altından
ırmaklar akan cennetlere dahil eder (koyar). Allah('ın Zat'ı), onun (resûl) için en güzel rızık olmuştur. (Devamı bir sonraki yazıda)
Rahman Esmasının Tecellisinin Önemi
Allah'a ulaşmayı dileyen kişiye Allahû Tealâ Rahman esmasıyla tecelli eder. Allahû Tealâ’nın Rahman esmasıyla tecelli etmediği bir insan zikretse de zikirle ona hiçbir şey gelmez. Allah'a ulaşmayı dilemiş
kişi kurtuluştadır huşû içinde namaz kılar.
23 / MU'MİNÛN - 1: Kad eflehal mu’minun(mu’minune).
Mü'minler felâha ermiştir.
23 / MU'MİNÛN -
2: Ellezîne hum fî salâtihim hâşiûn(hâşiûne).
Onlar, namazlarında huşû duyanlardır.
Allah'a ulaşmayı dilememiş kişi namazdan gafildir.
107 / MÂÛN - 4: Fe veylun lil musallîn(musallîne).
İşte o namaz kılanlara yazıklar olsun.
107 / MÂÛN - 5: Ellezîne hum an salâtihim sâhûn(sâhûne).
Onlar ki, namazlarından gâfil olanlardır.
107 / MÂÛN - 6: Ellezîne hum yurâûn(yurâûne).
Onlar riya yapanlardır (gösteriş
için yapanlardır).
Bunun gibi zikreden iki kişiden birisi Allah'a ulaşmayı dileyip zikrettiğinde diğeri de Allah'a ulaşmayı dilemeden zikrettiğinde, birincisinin kalbine zikirle nur ulaşırken diğerinin
kalbine karanlık ulaşır. Yani zikirle kalbi kararır. Allahû Tealâ, her ikisini de Zumer-22’de dile getirmektedir:
39 / ZUMER - 22: E fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah'a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah'ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.
Öyleyse marifet vasıta emirlerin yerine getirilmesinde değildir. Evvelâ o vasıta emirlerin yerine getirilmesi için gerekli olan hedef emrin yerine getirilmesi asıldır. Bir insan, Allah'a ulaşmayı dilemeden zikrederse,
zikir ona hiçbir şey sağlamaz; namaz kılsa yine o kişinin namazı huşû içerisinde olmadığı için onun namazı onu kötülükten ve fuhşiyattan men etmez.
O halde zikrin kalbimizdeki karanlıkları azaltması, kalbimizin
nura kavuşması için mutlaka Allah'a ulaşmayı diledikten sonra tâbiiyetle bunun perçinlenmesi lâzımdır. Namaz için de aynı durum geçerlidir. Allah'a ulaşmayı dilemeden kılınan bir namaz hiçbir zaman insanın kalbine rahmet
ulaştırmaz. Ama Allah'a ulaşmayı diledikten sonra kılınan bir namaz o kişiyi huşû sahibi kılar. Ve mutlaka o huşû sahibinin kalbine mürşid sevgisini verir. O kişi mürşide öyle bir sevgi duyar ki mutlaka hacet namazını kılarak
ona ulaşmak ister.
Allahû Tealâ, Ankebût-45’te diyor ki:
29 / ANKEBÛT - 45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte
tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).
Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz),
fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah'ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.
Âyet-i kerimeden anlaşıldığı gibi âyetlerinin tilavetiyle oluşan kalben Allah’a
ulaşmayı dilemeden İnsanlar için âyetlerin bir zikir olabilmesi mümkün değil. Namazın bir zikir olabilmesi kişiyi huşûya ulaştırması ve zikrin, nefs tezkiyesi, ıslâh edici amelleri gerçekleştirmesi ancak tâbiiyetle gerçekleşir.
Allahû Tealâ bütün bunları Kur’ân-ı Kerîm’e bir bir yerleştirmiştir.
Bir insan, kendisine âyetler tilâvet edildiğinde, Allah'a ulaşmayı dilediği zaman Allah Rahman esması ile tecelli eder. Rahman esması
ile tecelli edilen kişi hacet namazı kılarsa mutlaka huşû sahibi olması sebebiyle Allah ona mürşidi gösterir. Mürşide tâbiiyetle o kişi ıslâh edici amellere başlar. Islâh edici amel, nefs tezkiyesi ki; o kişiyi mutlaka
resûlün cemaline götürür.
24 / NÛR - 21: Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni), ve men yettebi’ hutuvâtiş şeytâni fe innehu ye’muru bil
fahşâi vel munker(munkeri) ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden ve lâkinnallâhe yuzekkî men yeşâu, vallâhu semî’un alîm(alîmun).
Ey âmenû olanlar, şeytanın adımlarına
tâbî olmayın! Ve kim şeytanın adımlarına tâbî olursa o taktirde (şeytanın adımlarına uyduğu taktirde) muhakkak ki o (şeytan), fuhşu (her çeşit kötülüğü) ve münkeri (inkârı ve Allah'ın yasak ettiklerini) emreder. Ve eğer
Allah'ın rahmeti ve fazlı sizin üzerinize olmasaydı (nefsinizin kalbine yerleşmeseydi), içinizden hiçbiri ebediyyen nefsini tezkiye edemezdi. Lâkin Allah, dilediğinin nefsini tezkiye eder. Ve Allah, Sem'î'dir (en iyi işitendir)
Alîm'dir (en iyi bilendir).
Günümüz dîn tatbikatına giren şeytanın adımlarından bir tanesi “ruh insana hayat verir, ruh vücuttan çıkarsa kişi ölür, ancak ölümle insan ruhu Allah’a ulaşır, dünya hayatında
ruhun Allah’a ulaşması yoktur.” Allahû Tealâ bu şeytanî tuzağa düşmeyin, Allah’ın temel emri olan hidayeti, ruhun dünya hayatında ulaşmasını yerine getirin, Allah’ın temel emrine itaat edin buyuruyor.
Bir
İnsan, Mürşide Ulaştığı Zaman Neler Olur?
Allahû Tealâ mürşide tâbî olan kişiye 7 tane ni’met verir:
1. nimet, devrin imamının ruhunun kişinin başının üzerine gelip yerleşmesidir. Diğer kavim
resûlleri hidayete vesile olanlar olmasına karşılık devrin imamı hidayete erdirendir. Her devirde hidayete erdiren sadece bir tek kişi vardır. O devrin imamıdır. Her kim mürşidine tâbî olursa devrin imamının ruhu o kişinin
başının üzerinde yer alır.
Devrin imamı, aslında bütün mürşidlerin de mürşididir. Allahû Tealâ bu hakikati Kur’ân-ı Kerîm’e net olarak koymuştur. Bu sebeple diğer resûllerin dört görevine karşılık devrin
imamının beşinci görevi vardır. Bu beşinci görev irşadla vazifeli olanlara hikmetin ötesini öğretmektir. İster asâleten devrin imamı, ister vekâleten devrin imamı olsun Allahû Tealâ onu beş görevle vazifeli kılmıştır. Bakara
Suresinin 151. âyet-i kerimesinde bu konu belirtilmektedir.
Kavim resûllerinin 4 görevine karşılık devrin imamının 5 görevi vardır; Allahû Tealâ diyor ki: “ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn- ve (hikmetin
de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin.”
Beşinci görev; hikmetin ötesini de öğretmektir. İşte bu hikmetin ötesini öğretmek Allahû Tealâ’nın irşadla vazifeli kıldığı, iradesini teslim edenlere has olan
bir olgudur. Bu durumda devrin imamı Allah'ın tasarrufunda olması hasebiyle aslında mürşidlerin de mürşididir.
2. ni’met, Allah’ın o kişinin kalbine îmânı yazmasıdır. Ancak Allahû Tealâ’nın Rahman esmasıyla, Rahîm esmasıyla tecelli ettiği kişiler nefs tezkiyesine başlar.
Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerîm’de
Mucâdele Suresinin 22. âyet-i kerimesinde kalbine îmânı yazdığı ve katından bir ruhla desteklediği kişi için diyor ki:
58 /
MUCÂDELE - 22: Lâ tecidu kavmen yû’munûne billâhi vel yevmil âhîri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin
minh(minhu), ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anh(anhu), ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizbullâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah'a ve
ahiret gününe (ölmeden önce Allah'a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah'a ve O'nun Resûl'üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar
ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere
dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razı oldular. İşte onlar, Allah'ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah'ın taraftarları, onlar, felâha erenler
değil mi?
3. nimet, Allahû Tealâ’nın o kişinin o güne kadar işlemiş olduğu bütün günahlarını sevaba çevirmesidir. Allahû Tealâ, Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesinde diyor ki:
25 / FURKÂN - 70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
Ancak
kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü'min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah,
Gafur'dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm'dir (rahmet nuru gönderendir).
Tövbe eden, mü'min olan ve ıslâh edici amellere başlayanlardan bahsedilmektedir. Bu tövbenin mürşidin önünde yapılan tövbe
olduğu ve bu sebeple mürşit önünde yapılan tövbenin Allahû Tealâ tarafından garanti kabul edildiğini Allahû Tealâ, Nisâ Suresinin 64. âyet-i kerimesinde ifade etmektedir:
4 / NİSÂ - 64: Ve
mâ erselnâ min resûlin illâ li yutâa bi iznillâh(iznillâhi). Ve lev ennehum iz zalemû enfusehum câûke festagferûllâhe vestagfera lehumur resûlu le vecedûllâhe tevvâben rahîmâ(rahîmen).
Ve Biz, (hiç) bir
resûlü, Allah'ın izniyle kendilerine itaat edilmesinden başka birşey için göndermedik. Ve onlar nefslerine zulmettikleri zaman, eğer sana gelselerdi, böylece Allah'tan mağfiret dileselerdi ve Resûl de onlar için mağfiret
dileseydi, mutlaka Allah'ı, (iki tarafın da) tövbelerini (onların tövbesini ve Resûl'ün mağfiret talebini) kabul eden ve rahmet edici olarak bulurlardı.
Bir tövbenin Allah tarafından kesin kabulü o
tövbeyi yapan kişi için devrin imamının mağfiret talep etmesiyle mümkündür.
4. ni’met de o kişinin ruhu vücudundan ayrılır. Yunus Emre bu hakikati şöyle dile getirmektedir:
14 asır evel sahâbenin
hepsi mürşitlerin hası olan Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimize tâbî olarak hidayete ermişler, Allahû Tealâ bu hakikati Zümer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde belirtmektedir.
39 / ZUMER - 18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah'ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl'elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Hanif dînin 3. safhası ruhun vücuttan ayrılarak seyr-i sülukla Allah’ın Zatına ulaşması ve O’na teslim olmasıdır.
“Al gider benden benliği
Doldur içime
senliği.
Gel sen beni burda öldür.
Anda varıp ölmeyeyim.”
Üç vücuttan bir tanesi ruhtur. Yani Yunus Emre şunu ifade etmektetir: “Onu benden al ya Rabbim ama bunu alırken de zikirle nefsimin manevî kalbine nurlarını doldur.”
Ölümle herkesin ruhu
Allah’a ulaşır. Asıl olan dünya hayatında yani ölmeden evel ruhu Allah’a ulaştırmaktır. “Gel sen beni burda öldür. Anda varıp ölmeyeyim.” Burada ölen bir insan mutlak surette Allahû Tealâ’nın dizaynına uygun, nefs tezkiyesine
başlar. Ancak nefs tezkiyesiyle birlikte ruhun dünya hayatında Allah'a ulaşması söz konusudur. Bu dörtlükte de net olarak ifade edilmiştir.
İnsana baktığımız zaman, insanı diğer mahlûkattan ayıran iki esas
özellik vardır. Birincisi ruhtur. Bu ruh sadece insanda var. İkincisi cüz-i iradedir. Serbest irade de sadece cinlerde ve insanlarda var. Bu sebeple iradî açıdan şu kâinatta sorumlu olan iki tane varlık var; insanlar ve
cinler. Allahû Tealâ’nın onlara cüz’i irade vermesi sebebiyle ikisinin de yaratılış gayesi kul olmaktır.
51 / ZÂRİYÂT - 56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ
li ya'budûn(ya'budûni).
Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.
İnsanlar ve cinler Allah’a abd olmak için yaratılmıştır. İkisinin de kul olması söz konusu ama ikisinde
de kul olabilmek mutlak surette nefs tezkiyesiyle yani Allah’a teslim olmakla mümkündür. Nefs tezkiyesini gerçekleştirmeyen hiç kimsenin kul olması mümkün değildir. Bu sebeple kişi Allah'a ulaşmayı dilediği an ruhun talebine
uyduğu zaman fizik vücudunu şeytana kul olmaktan kurtarır Allahû Tealâ’ya kul eder.
Cinlerde ruh olmadığını göre onlar onlar da Allah'a teslim olmayı dileyecekler. Cinlerle insanlar arasındaki ortak noktalar:
Cinlerin de fizik bedeni var, insanların da fizik bedeni var. Cinlerin nefsi var, insanların da nefsi var. Cinlerin iradesi var, insanların da iradesi var. Fark ise cinlerde ruhun olmamasıdır. Her iki varlığın yaratılış
gayesi Allah’a kul olmaktır. İnsanlarda ruhun Allah’a ulaşması nefs tezkiyesine paralel seyr-i sülukla gerçekleşir. İster cinler, ister insanlar olsun Allah'a teslim olmayı dilemeleri onları mutlaka hedefe ulaştıracaktır.
Bizim açımızdan ruhun teslimi, onlar açısından da nefs tezkiyesidir. Zaten ruhun teslimi nefs tezkiyesiyle bizim için mümkündür. Bu sebeple Cin Suresinin 14. âyet-i kerimesinde cinler diyorlar ki:
72 / CİNN - 14: Ve ennâ minnel muslimûne ve minnel kâsitûn(kâsitûne), fe men esleme fe ulâike teharrev reşedâ(reşeden).
Ve gerçekten bizden, (Allah’a) teslim
olanlar da var ve bizden kasitun (kalpleri kasiyet bağlamış) olanlar da var. Artık kim (Allah’a) teslim olmuşsa işte onlar, irşad olmayı (nefsin ve iradenin teslimini) arayanlardır (dileyenlerdir).
Yani burada cinler: “Bizden nefsini tezkiye edenler de nefs tezkiyesini yapmayanlar da var.” demektedirler. Tıpkı insanlarda olduğu gibi.
Nefs tezkiyesini yapmayanlar kalbi kâsitûn olanlar, onlar cehenneme odun olacaklardır. Ama nefs tezkiyesini yaptıktan sonra, ruh Allah'a erdikten sonra, ermiş evliya olduktan sonra o zaman onlar irşadı
arayanlardır.
“Ve eğer onlar tarikat üzere olsaydı onlara tatmin olabilecekleri kadar rahmeti mutlaka ulaştırırdık.” Allahû Teala Cinn-16’da diyor ki:
72 /
CİNN - 16: Ve en levistekâmû alet tarîkati le eskaynâhum mâen gadekâ(gadekan).
Ve eğer onlar, tarikat üzere olarak (Allah'a) yönelselerdi, onları mutlaka bol su
(rahmet) ile sulardık (bol bol rahmet ulaştırırdık) ki.
Ermiş evliya olduktan sonra bize düşen mutlak surette zikrimizi arttırmaktır. Çünkü Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in burada veciz
iki tane sözü var:
Bir tanesi, “Münâfıklardan olmak istemeyen kişi Allah’ı çok zikretsin.”
Üç saatlik zikir Allah'ın hediyesiyle gerçekleşir. Kalben Allah’a ulaşmayı dileyen herkese Allahû
Tealâ bunu nasip kılar. Allah'ın garanti kapsamında bu gerçekleşir. Ama ermiş evliya olduktan sonra Allah'ın garantisi biter.
(Devamı bir sonraki yazıda)
Zahiri âlemde insanlar diğer insanlar için faydalı olabilecek bir ürünü imal ettiklerinde, onu evvela, “insanlar nasıl istifade edecekler” düşüncesiyle onun prospektüsünü, el kitapçığını hazırlarlar ve de o hazırladıkları
el kitapçığı kapsamında bize garanti verirler, iki sene üç sene…
Bizim için de bizi yaratan Allahû Tealâ Allah'a ulaşmayı dileyenlere garanti kapsamında mutlaka %100 garantiyle onları Kendisine ulaştıracağını
ifade buyuruyor ama ruhun Allah'a ermesiyle garanti kalkar; garanti biter. Geri kalan zamanlarda yapılan yardım ücrete tâbî bir muhteva içerisinde kişi yoluna devam edebilir. Peygamber Efendimiz (S.A.V), ruhun tesliminden
sonraki safhaları da gerçekleştirebilmemiz için: “Münafıklardan olmak istemeyen kişi, Allahû Tealâ’yı çok zikretsin.” buyurmuştur. 3 saat zikir yetmez. Zikrin arttırılması gerekmektedir. Hergün biraz daha zikrini arttıracak
ve çok zikir 12 saat ve daha fazla zikir ki bu kişiyi zahit kılar. Zahit olan bir insan münafıklardan değildir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Şeytanın kapısını zikirle kilitleyiniz.” Görüyoruz ki
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bize hem çok zikrin hem de daimî zikrin farz olduğunu buyuruyor. Hanif dininin 4. safhası fizik vücudun Allah’a teslimidir.
14 asır evvel sahâbe hepsi fizik vücutlarını Allah’a
teslim etmişler. Allahû Tealâ bu hakikati Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesinde bildirmektedir.
3 / ÂLİ İMRÂN - 20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev,
ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: "Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik. O kitab verilenlere ve ümmîlere: "Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu)
(Allah'a) teslim ettiniz mi?" de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
Fizik
vücut tesliminde Yunus Emre bu hakikati şöyle dile getiriyor:
“Biz gelmedik dava
için
Bizim işimiz sevi için
Dostun evi gönullerdir
Gönüller yapmaya geldim.”
Allahû Tealâ âyet-i kerimede fizik vücut teslimi yapanların davranış biçimini şöyle belirtiyor:
3 / ÂLİ İMRÂN -
134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler)
ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.
Yunus Emre fizik vücut tesliminin zikirle olduğunu, nefsin tesliminin de daimî zikirle olduğunu
açıkça söylemektedir. Hanif dininin 5. safhası nefsin Allah’a teslimidir.
Nefs teslimini yapan bir insan hikmet sahibi olur. Allahû Tealâ onun kalbini 7 kademede müzeyyen kılar. 14 asır evel sahâbenin hepsi
nefslerini Allah’a teslim ederek hikmet sahibi ulul elbab oldular. Allahû Tealâ bu hakikatı Zümer 18 de açıklıyor:
39 / ZUMER - 18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah'ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl'elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Yerin melekûtunu Allahû Tealâ ona gösterir. 7 kat yerde 7 cehennem söz konusudur. Allahû Tealâ bir bir kalp gözüyle cehennemleri kalbi 7 kademe müzeyyen olan insanlara gösterir.
3 / ÂLİ İMRÂN - 190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3 / ÂLİ İMRÂN - 191: Ellezîne
yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin,
Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak
(boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
Yunus Emre bu konuda diyor ki:
“Hakka aşık olan kişi
akar gözlerinin yaşı,
pür nur
olur içi dışı.
Söyler Allah deyu deyu.”
İşte bu safhaya erebilmek ancak nefsin teslimiyle mümkündür. Nefsin teslimi olmadan bu dizayna ulaşmak mümkün değil.
Nefsin tesliminden sonraki 6. safha İhlâs kademesi, çok önemli bir safhadır.
İblis: “Yeryüzünü onlara süsleyeceğim hepsini saptıracağım.” dediğinde Allahû Tealâ da: “İhlâs sahibi kullarım müstesna.” demektedir.
15 /
HİCR - 39: Kâle rabbi bi mâ agveytenî le uzeyyinenne lehum fil ardı ve le ugviyennehum ecmeîn(ecmeîne).
(İblis şöyle) dedi: “Rabbim, beni azdırmandan dolayı, onlara mutlaka yeryüzünde (azgınlığı) süsleyeceğim ve mutlaka onların hepsini azdıracağım.
15 / HİCR - 40: İllâ
ıbâdeke minhumul muhlasîn(muhlasîne).
Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesna.
Sahabenin hepsi ihlasa ulaştılar;
2 / BAKARA -
139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).
De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? Ve O, bizim de Rabbimizdir,
sizin de Rabbinizdir. Ve, bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, ona muhlis olanlarız (dîni O'na hâlis kılanlarız).”
Yunus Emre de ihlas sahiplerini şu dörtlüğünde belirtiyor;
“Hamdu şükrü Allah ile
Vasfı kulhuvallah ile
Daimi
zikrüllah ile
Çağırayım mevlam seni”
Neden ihlâs sahibi kullar müstesna? Çünkü Allahû Tealâ ihlâs sahibi kullara 7 kat gökleri ve 7. gök katında 7 âlemi kalb gözleriyle gösterek onların kalblerini 14 kademe müzeyyen kılıyor. Allahû Tealâ ihlas
sahibi kulların mevlâsı olarak onları koruyor. İhlas sahibi kullar, Allah’ın koruma şemsiyesinin altına giriyorlar.
Bundan sonra hanif dînin 7. safhası iradenin Allah’a teslim ile kişi Salihlerden olur.
Salih kullar için Yunus Emre:
“Açıldı gökler kapısı.
Rahmetle doldu
hepsi.
8 cennetin kapısı
açar Allah deyu deyu.”
• Kimdir Gönül Yapanlar?
Sahâbenin hepsi iradelerini Allahû Tealâ teslim ettiklerini ihsanla onlara tâbî olan tâbiinden anlıyoruz. Allahû Tealâ bu hakikati Tövbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde belirtmektedir:
9 / TEVBE -
100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden),
zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den
Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan
razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
Allahû Tealâ’nın bütün
insanlara emri nedir? İrademizin de Allah’a teslimidir. İradenin Allah'a teslimi artık o kişinin Allah'ın emriyle iş görmeye başlamasıdır ve iradesini teslim eden herkes için, Allah tarafından irşada memur ve mezun kılınan
insanlar bu hedef için, Allah'a salih kul olsunlar diye yaratılmışlardır.
Allahû Tealâ, Enbiyâ Suresi’nin 105. âyet-i kerimesinde diyor ki:
21 /
ENBİYÂ - 105: Ve lekad ketebnâ fîz zebûri min ba’diz zikri ennel arda yerisuhâ ıbâdiyes sâlihûn(sâlihûne).
Andolsun ki; zikirden (Tevrat'tan) sonra Zebur'da, arza salih kullarımızın varis olacağını, yazdık.
“Biz bu kitapta, Zebur’da, İncil’de yazdık ki yeryüzünün vârisleri mutlaka salih
kullarımdır.” Salih kullar, iradelerini de Allah'a teslim edenlerdir. Salih kulların tek gayesi başkaları için yaşamaktır. Başkaları için yaşamak, başkalarının kalbini yapmak, başkalarını mutlu etmek, ancak velî mürşitleri,
kavim resûllerinin ve en üst seviyede devrin imamının işidir. Herkesi Allahû Tealâ bu hedefle yaratmıştır. Dolayısıyla bu 7. safhaya ulaşan insan için iç dünyasında diğer insanlarla olan ilişkilerinde ve Allah ile olan
ilişkilerinde en üst seviyeye ulaşmış durumda. İç dünyasında nefsle ruhun kavgası bitmiştir.
Başlangıç noktasında nefsin manevî kalbinde 19 afet varolmasına karşılık %100 karanlıkken Allah'a iradesini teslim
edip Allahû Tealâ’nın cemâlini görmekle şereflendiği zaman nefs 19 tane faziletin sahibi olmuştur. Nefste bu hasletler fazilet olarak vardır. Nefs de 19 tane faziletin sahibi ikisi de aynı muhtevada. Dolayısıyla iç dünyalarında
kavga bitmiştir. Nefsin talebiyle ruhun talebi artık farklı değildir.
Başka insanlarla olan ilişkilerinde de bu kişi artık başkasının kendisine yaptığı davranışları hiçbir zaman negatif görmez. Kendisinden de başkalarına negatif davranışlar ulaşmaz. Zaman zaman ona kötülükler
ulaşacak fakat o başkalarının kendisine yaptığını kötülük olarak görmeyecektir. Ona her ulaşan kötülük bir deracat kazandırır.
Allah ile olan ilişkilerde Allahû Tealâ 7 safhayı farz kılmış, kişi 7 safhayı
yaşıyor. Allah'a ulaşmayı dilemiş, mürşidine tâbî olmuş, ruhunu Allah'a ulaştırmış, fizik vücudunu Allah'a teslim etmiş, nefsini Allah'a teslim etmiş, irşada ulaşmış ve son olarak iradesini de Allah'a teslim ederek insanlar
için bir en üst seviyede sevilmesi gereken Allah dostu olmuş. Dînin tamamı, günümüzde hidayet çağında Devrin İmamı Efendimiz’in Allah’tan aldığı öğretiyle, 7 safha ve 4 teslim olduğunu net olarak anlıyoruz. Her devirde
Allah dostları bunu yaşamışlardır. Hiçbir devir yoktur ki o devirde yaşayan insanlar hidayete muhatap olmasın. Çünkü hidayete muhatap olmadan, kendilerine tebliğ ulaşmadan Allah'ın azaplandırması olması söz konusu değil.
Allahû Tealâ resûl göndermeden azap etmeyeceğini ifade etmektedir. Resûl gelmiş tebliğ yapmış ama kişi o tebliğe icabet etmemiş. Böylece azap ona hak olmuş. Allahû Tealâ Zumer-71’de diyor ki:
39 / ZUMER - 71: Vesîkallezîne keferû ilâ cehenneme zumerâ(zumeran), hattâ izâ câuhâ futihat ebvâbuhâ, ve kâle lehum hazenetuhâ e lem ye’tikum rusulun minkum yetlûne aleykum âyâti
rabbikum ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ, kâlû belâ ve lâkin hakkat kelimetul azâbi alel kâfirîn(kâfirîne).
Kâfirler, zümre zümre cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman, onun (cehennemin)
kapıları açılır. Ve onun (cehennemin) bekçileri onlara derler ki: “Size, sizden (sizin aranızdan) olan resûller gelmedi mi ki, size Rabbinizin âyetlerini okusun, bugüne (buraya) geleceğinizi (söyleyerek) uyarsın? (Cehenneme
gidenler) dediler ki: “Evet (geldiler).” Fakat azap sözü kâfirlerin üzerine hak oldu.
Cehennemin kapılarına gelen kişilere, cehennem bekçileri bir sual soruyor. Onlar da resûl gelmesine rağmen Allah'a
ulaşma dileğini inkâr ettiklerini itiraf ediyorlar. Azap da o zaman onların üzerine hak oluyor. Allahû Tealâ’nın dizaynı budur. 7 safha kısa ve özlü olarak bu şekilde tamamlanmaktadır.
(Devamı bir sonraki
yazıda)